20 Mart 2012 Salı

'Zanaat-ül-Kıraat' Kitabı


İÇİNDEKİLER


Önsöz

Bölüm : 1 : Zanaat-ül-Kıraat


Okuma İşi


Güzel ve Aptal
Kadınlar ve Erkekler
Freud Kitaplığını Okumak

Bilimkurgu Okumak


Evrenin Türküsü
Neuromancer
Bitmeyen Savaş
Halka Dünya
Şikasta
Asla Ev Yok
İ’ye Kadar Say
Dune Heksolojisi
Bilimkurgu ve Fantazya Yazını Üzerine Çeşitlemeler
2001 Tetralojisi
Hep Yuvaya Dönmek
Ütopya-Heteropya-Otopya
Asimov’u Anmak
Mülksüzler

Polisiye Okumak


Lawrence Sanders
Per Wahlöö – Maj Sjöwall
Dashiel Hammett : Kızıl Hasat

 

Türk Yazarları Okumak


Falınızda Engizisyon Vars
Leyla Erbil İçin Hüzn Makamı
Mehmed’in Kitabı
Metin Kaçan Vesaire
Gölgede Kalan Yıllar
Doğru Türkçe
Fakir Baykurt İçin
Fethi Naci İçin
Nazım’ın Katili Vera
Sieg Heil Erksan

Bölüm : 2 : Kısadan Hisseler


Hatırlıyorum
Godot Gelmeyecek Gidecek
Giderayak Bukowski
Gandhi: Bir Özyaşamöyküsü
Sibirya Araştırmaları
1-2-3 Sonsuz
Raslantı ve Zorunluluk
Bilim Adamının Kendiliğinden Felsefesi
Epik Tiyatro
Savaş ve İnsan
Yazmak

Sonsöz

 

·          

 

ÖNSÖZ


Zanaat-ül-Kıraat, başlangıçta on konu-parça çarpı onar sayfadan, toplamda yüz sayfa olmak üzere tasarlanmıştı. Yazın eleştirisi alanında tasarlanan beş veya on kitabın da, ‘Kitapname’nin ardından, ikincisiydi. Proje planlandığı gibi yürümedi. Tek tek kitaplara dayalı ‘Kısadan Hisseler’ de devreye girdi. Artı arada ne yazık ki teknik nedenlerle metin yitmeleri oldu. Sonuçta Zanaat-ül-Kıraat, ilk basımıyla melez bir kitap olacak. İleride her ikisi de, ayrı ayrı birer kitap olacak. Başlanan bir işi bitirmek ilkesi nedeniyle, şimdilik böyle bir ara çözüm buldum.
Zanaat-ül-Kıraat, temelde çoğul okumalara yönelik oldu. O nedenle, belli bir niceliğin ve niteliğin altındaki okumuşluklar, bu kitaba karşı beyhude ve nafile kalacaktır. Ulaşılmak istenilen durum, yazılmamış kitapları tasarlatacak okumaların ve okurların varlığı…

(Ekim 1999)

BÖLÜM : 1

ZANAAT-ÜL-KIRAAT


GÜZEL ve APTAL:

0. Giriş:

Okumak (: kıraat) bir zanaattır. Çoğul okuma, çokdisiplinli / disiplinlerarası bir zanaattır. Bu başlık altında, metinler arası yolculuklar (: seyr-ül-nusus) denenecek. Başlangıçta, parçalar arasında ilinti yokmuş gibi algılansa da, yeterince sayıda metin yazılmış ve okunmuş olunduğunda, belirli anlamlılık bütünlerine ulaşılacaktır. Diğer dillerde olduğu gibi, Türkçe'de de anlambilimsel çeşitlilik, bir yandan arzulanan, diğer yandan karşılaşıldığında, tekil okuma alışkanlığı nedeniyle yadırganan bir durumdur. 'Güzel ve aptal'; 'etik ve estetik' ve 'acı ve haz' gibi 'ya-ya da' ikileminde, 'güzel ve zeki' olanın arzulanmasındaki 'bayağı' olanı açımlamak için tasarlandı. Dolayısıyla, tek başına seçimsiz 'çirkin' ve 'zeki' örnekler, argümansal pekiştirme sağlamak için peşpeşe dizildi; ancak, bunlar yüceltilmedi. Verilen örnekler, seçilen konuda Batı Yazını'nın en belirgin, bilinen ve prototip kişileri ve ürünleridir.

(Mayıs-Haziran 1997)

·          

1. Cavan ve Kafka:

Kendi kültürlerinde ve yerzamanlarında sağ kalması çok zor, neredeyse imkânsız, ayrıca aslında başka yerzamanlarda yaşamış, püriten (: cinsel perhizci) ve çileci, çirkin ve etik tutumlu iki kişi, bir kadın ve erkek, yani Anna Cavan (1901-1968) ve Franz Kafka (1883-1924), tasarımsal olarak biraraya getirilse, birbirlerine destek mi, yoksa köstek mi olurlardı?

Eğer gençseler ve birbirine yakın yaştaysalar aşk ve cinsellik, daha ileriki yaştaysalar birlikte yaşlanmak, yaşamın dayanılmazlığına birlikte katlanmak, daha doğrusu, 'olduğu gibiliğiyle cehennem olan yaşam'ın içinde, 'derisi çıplak' acı çekmelerini azaltır mıydı? Yoksa birbirlerinin boğazına mı sarılırlardı? Acı azalır mıydı? Daha katlanılır mı, yoksa daha katlanılmaz mı olurdu? Mutluluk, 'Acı'yı iyileştirebilir miydi, yoksa besler miydi? Bu konuda, elimizde geçmişte hiç somut örnek-yanıt oldu mu, halihazırda var mı, gelecekte olabilecek mi? Cavan'ın ve Kafka'nın gerçek varlıkları/biyografileri, kitap yazarak yaşadıkları ve öldükleri, 'kadın-erkek' olma, kendiliğinden ölümü içerdiği için bir örnek sayılamaz mı? Kafka ve Cavan'ın varlıkları, hiç karşılaşmamalarını barındırıyor; çünkü Milena ve Kafka'nın gerçek-olumsuz örneği elimizde: Milena ve Kafka yattı ve bu edim Kafka'yı yasa boğdu.

Cavan ve Kafka, tek başlarına, birisiyle birlikte veya bir grupta mutlu olmayı, yani insanlara uyum sağlamayı hiç istediler mi? Bir bakıma, sezgiyle de olsa, imkansızlığı öngörüyorlar mıydı; yoksa iyileşmek onları korkutuyor muydu? Kafka'nın yanıtları, edebi eserlerinden çok, güncelerinde, mektuplarında, başkalarıyla olan sohbetlerinde, örneğin Gustav Janos'la olanlarında, ortaya çıkar. Bu metinlerde belirsizlik vardır: Kafka, sanki tehlikeyi hissetmekte ama dehşetin dozunu tam hesaplayamamaktadır. Herhangi bir yeranda, tarihin ne tarafa yol alacağı kesin belli olmadığından dolayı, mutluluğun olasılığını da bilemeyiz. Gelen Nazizm idi ve Museviler gaz odalarında ölürken bile durumu kavrayamadılar. Kafka ve Milena, mutluluğu birlikte yakalasalardı bile, yine yitireceklerdi. (® Soren Kierkegaard: “Sev yitirirsin, sevme yine yitirirsin.”) Bulunan ama yitirilen mutluluk, yaşam boyu mutsuzluktan daha beterdir. Arthur Koestler'in biyografisi bir örnek: 1936'da İspanya İç Savaşı'nda idama mahkumiyet, ardından serbest bırakılmak için ölüm orucu; 1940'ta Fransa-İspanya sınırında, Naziler'e teslim edilmemek için, Walter Benjamin'le birlikte, zehir içerek intihar girişimi, önceki ölüm orucunun etkisiyle kusarak kurtuluş, ertesi günü sınırı geçiş (ama W.B. Ölmüştür); 1950'lerde bu kez komünist sayılmadığı için idama mahkumiyet, yeniden affedilme; sonunda ölüme mahkum olduğu bir hastalıktan dolayı 1983'te intihar ve ölüm; onunla birlikte, otuz-kırk yıl daha yaşayabilecek kadar genç olan karısı da intihar eder ve ölür. Sınırı bir kez geçen, artık geri dönemez. Cavan da durumun(un) bilincindeydi: İki evliliğin mutluluğu, onu sanrıdan koruyamadı; çünkü düşlerinin, 'gerçek yaşam' denilen sıradan gündelikten daha gerçek olduğunun bilincine varmıştı. Ölümün somut sağlamlığının, yaşamın kaypak belirsizliğinden kaçan kişileri intihara sürüklemesinin bir nedeni, yaşamın asla ölümü yenememesi ve insanlarca yaşamın hiçliğe indirgenmişliğidir. O yüzden zeka, çirkin yaşar ve çirkin ölür.

Buna karşılık tek çıkış yolu; birebir mantıkla doğrudan yıkım olarak çıkarsanamaz. Varlık-yokluk gergefinin bir çok içiçeliği vardır ve kimi bıçak sırtı amok koşanlar da sağ kalır. Prototiplerin olumsuz öykülerinin nedeni, duyarlı zihinlerin ortamdan ilk önce etkilenmesi ve tepkilerinin de abartmalı olarak ortaya çıkışıdır. Kafka 41 yaşında gırtlak kanserinden öldü ama 20 yıl sonra 6 milyon yahudi öldürüldü. Çözüm, Kafka'nın İsrail kültür bakanı olması veya ABD'den yeşil kart alması da değildi (belki benzerleri gibi TC’ye yerleşmesiydi).

Öyleyse: Ölümden önce, 'aptal olmayan bir yaşam var mı ve/ya Kafka ve Cavan için bir şey yapılabilir miydi? Toplumda sağ kalmanın, doğada sağ kalmak için olduğunca, belli kuralları vradır; göze carpmamak gibi... Onlara uyarsan kurtulursun ama selamete erince, 'çirkin ve aptal' duruma düşebilirsin, yani libidon tükenmiş ve yaşamın tadına varmak için geç kalmış olabilirsin. Başarılacaksa, bu daha çok talih ve raslantı işidir. Biri becerince de yol açılır. Cavan ve Kafka'nın ne talihleri, ne yol göstericileri, ne de istekleri vardı; dolayısıyla yok olmaları kaçınılmazdı. Onlar da, siyahça ışıyarak yok olmanın 'güzel'ini yarattılar. Bizlerse, onların izleklerinden tehlikenin sınırlarını ve boyutlarını öğrendik. Böylelikle, yeni faşizmin içinde sağ kalabiliyoruz. Orta Çağ orada ve giden daima onu bulacaktır.

(Ocak 1995)

·          

2. Nin ve Artaud:

Anais Nin (1903-1977), Danimarkalı-Fransız melezi bir kadın yazardı ve hazcıydı (: hedonist). Henry Miller (1891-1980) gibi, cinselliği sonuna dek yaşamanın, bir insanı yazar kılabileceğini sanıyordu. Yüzlerce sayfalık güncelerinin önemli bir bölümünü yalnızca cinselliğe ayırmış. Antonin Artaud (1896-1948), fransız bir tiyatrocu ve yazardı. 'Kıyım Tiyatrosu'nun tasarımcısıdır. İnsanların yalnızca çok acı çekerek insan olabileceğini düşünüyordu. Yaşamının yirmi yılından çoğu akıl hastanesinde geçti ve orada öldü. Nin güncesinde şunu anlatır: Artaud ile karşılaşmış, onun duygularının ve düşüncelerinin gücüne ve parlaklığına hayran olmuş ama onu bedence çirkin bulmuş. Artaud ise, onun güzelliğinin büyüsüne kapılmış. Bir gün ayışığında onu öpmek istemiş ama Nin tiksinerek geri çeklmiş. Aynı Nin, aşağı yukarı aynı yer ve zamanda şehvetin doruğuna kaılarak Miller'la sevişmektedir. Miller tene temas ederken, Artaud tine temas etmektedir. Nin, hem ten-hem tin, hem güzel - hem zeki - hem bilgili olmak istemektedir ama yalnızca güzel ve aptaldır.

·          

3. Dorian Gray ve Charlie Gordon:

Dorian Gray, sonsuz gençliğin güzelliği için şeytanla anlaşma yapmaya hazır biridir; yaşlanıp çirkinleşmemek için ölebilir de, öldürebilir de... Zeka ve bilgi, onu hiç ilgilendirmemektedir. Charlie Gordon ise, bir gerizekalıdır. Biyolojik bir deney sonucu ileri zekalı kılınır. Bunun bilincini ve bilgi birikimini çok kısa sürede kazanır ama durum geçicidir. Bunu ayırsadığında ölebilir ve öldürebilir bile... Her ikisi de ölür: Dorian Gray çirkin, Charlie Gordon gerizekalı olarak...

Her ikisi de erkektir. Birer roman kahramanıdırlar. Yazarları da erkektir. Yaratılış yılları 1891 ve 1959'dur. Kitaplar, 'Dorian Gray'in Portresi' ve 'Algernon'a Çiçekler'dir. Yazarları, Oscar Wilde ve Daniel Keyes'tir. Her ikisi de, romanlarında yarattıkları kahramanlarda, yerzamanlarının kültürlerinin aksiyolojisinin (: değerbiliminin) yücelttiği 'değer'i eserlerine yansıtmışlardır. Biri güzelin, biri zekinin peşindedir. Bu durm, Batı Avrupa kültürünün 18. Yüzyıl'dan 21. Yüzyıl'a evrimini de sergilemektedir. Tümevarımsal bir akıl yürütme kullanarak, 21. Yüzyıl'ın bir roman kahramanını tasarlayabiliriz: Güzel-çirkin ve aptal-zeki çelişkisinin çözüm-sentezini arayan biri...

·          

4.Çıkış:

Estetik olan, burada güzel, aptalca ve haz verici olan; etik olana, burada çirkin, zekice ve acı çektirici olana çoğunluk yeğlenir. Duygu da, düşünceye yeğlenir. Edebiyat da bunun örnekleriyle doludur. Bugün yüceltilen yazarlar da, adı geçenler ve J.L. Borges (1899-1956) gibiler, hemen her zaman tercihlerini birinci şık için kullanmışlardır. Yazı dizisinin ilk adımı, bunun sergilenmesine yönelikti.

·          

Adı geçen yazarlar ve eserler:

1. Franz Kafka, Tüm Eserleri, Cem Yayınevi.
2. Anna Cavan, Uyku Tanrısının Evi, Mitos Yayınevi, 1994.
3. Anna Cavan, Buz, Yapı Yapı Kredi Yayınları, 1993.
4. Anais Nin, Aşk Yuvasında Bir Casus, Yol Yayınları, 1984.
5. Anais Nin, Henry ve June, Can Yayınları, 1994.
6. Antonin Artaud, Tiyatro ve İkizi, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
7. Henry Miller, Seksus-Neksus-Pleksus: Pembe Çarmıha Gerilme üçlemesi, Babil Yayınları, 1982.
8. Oscar Wilde, Dorian Gray'in Portresi, Remzi Yayınevi, 1978.
9. Daniel Keyes, Algernon'a Çiçekler, Ark Yayınları, 1994.

(Eylül 1997)



KADINLAR ve KADINLAR +
KADINLAR ve ERKEKLER +
ERKEKLER ve ERKEKLER = ?

0.0.  Giriş:

Kadın ve erkek arasındaki üreme (yani çocuk yapma), sevgi ve cinsellik bağlarını birer birer ayıkladığımızda, geriye insan-insan toplumsal ilişkisinin kalmadığını gözlemleriz. 20. Yüzyıl, bu çözülüşün olgularıyla (azalan doğumlar, artan boşanmalar, sevgi aksiyolojisizliği) doluydu. Bu durum, toplumsal bir dekadans (: bozunum) olarak algılandı. Oysa bilim, nasıl Evren'i olduğu gibiki durumuyla ilk kez bu dönemde bilgileştirdiyse, tarihçe de 'durumu aslında olduğu gibi'ye çıplaklaştırdı. 21. Yüzyıl başlangıcında bile, görüngüyü olduğu gibi kabullenecek kültürel oluşum henüz yok. Feministler, durumu kadının özgürleşmesi olarak tanımlayarak, aslında yıkımın yanında yer alacaklarını kanıtladılar. Erkek türüyse, kimliğinin çözülüşünü panik ve hayretle karşıladı. Oluşum, tek tek biyografilerde ilginç pertürbasyonlar (: yalpalar) ve bifurkasyonlar (: çatallanmalar) yarattı. Bu kez, biyografi parçacıklarından, birden çok bütün panoramaları yakalanmaya çalışılacak.

0.1.Yazar ve Kadınlar:

Yazar, (bir önceki yazıdan dolayı) sanılacağının tersine, kadınların ‘güzel ve aptal’ olduğunu düşünmüyor. Saygı duyulacak kadınların, örneğin siyasal savaşına yaşamını koyan Rosa ve Milena gibilerin, çirkin ve zeki olanı da var, güzel ve zeki olanı da... Tarafsızlık ilkesini korumak anlamında, kadınlar hakkında daha çok kendilerinin ve hemcinslerinin yazdıkları metinler seçildi.

0.2. Yazar ve Erkekler:

Yazar, saklamaya gerek duymaksızın insanlardan, öncelikle de erkeklerden nefret ettiğini beyan eder. Bütün yazınsal çabası da, insanların daha az nefret edilesi olmasına yöneliktir. Cins ayrımcılığı (: gender cult) paradigması yanlış anlamalar yarattı. Kadınlar, ‘koruyucu hak’ kisvesi altında, tarihsel ve kültürel hiç bir sorumluluk kabul etmiyorlar.

·          

1. Leni Riefenstahl (1901-   ) ve Susan Sontag (1929 -            ) : Bir Kadın ve Bir Kadın:

1960'ların ABD'sinin en zeki ve entellektüel kadını kabul edilen Susan Sontag, Hitler'in Nazi Partisi'nin kongresini estetize ederek filme çeken ve 2. Dünya Savaşı'ndan sonra aforoz edilen Leni Riesenstahl'ı, 1960'larda Afrika'da sırım gibi zenci erkek bedenlerini görüntülediği için, faşistlikle suçlamış. Aynı dönemin 10 yıl kadar öncesinde George Lukacs'ı Stalin'le ‘baskı altında uzlaşma’ yaptığı için suçlayan Theodor Adorno, yazılarını CİA'nın finanse ettiği ve Almanca yayınlanan aylık "Der Monat" (: Ay) dergisinde yayınlıyordu. S.S. ise, entellektüellikle entelejensiyayı birbirine karıştırıyordu. 1960'larda ABD dünya faşisti idi ve o da dünya egemenliğinin tatlı sularında dolanıyordu.
Diane Arbus (1931-1969), Vogue dergisinin modellerini fotoğraflamaktan New York acuzelerinin fotoğraflamaya geçmişti (düşmüştü mü demeli?) ve sonunda intihar etti. S.S. intihar etmedi. Onun yerine bir çok ödül kazandı... 1990'lı yıllarda bombalanan Saraybosna'da 'Godot'yu Beklerken'i sahneleme şovmenliğini (pardon şovvomenliğini) gösterdi. Kim daha faşist? 95 yıl yaşayan ve belgeselden vazgeçmeyen L.R. mı, her konuya el atma batılı küstahlığını gösteren S.S. mi? Hiroşima'nın, Vietnam'ın, Kuveyt'in ve TC’nin hesabını verdi mi ki başkasına hesap sorma küstahlığını gösteriyor.

·          

2. Sylvia Plath (1932-1963) ve Diane Arbus:

S.S. ve Ursula Kroeber Le Guin başardılar. S.P. ve D.A. başaramadılar ve intihar ettiler. Dördü de 1930'lu yıllarda doğmuşlardı. O nedenle ABD'li 4 kızkardeş sayılabilirler. Çatışma / çelişme alanlarını şöyle tanımlayabiliriz: Evlilik x bekarlık, çocukluluk x çocuksuzluk, sağ kalma x intihar, başarı x başarısızlık.

·          

3. Eva Siao ve Jung Chang: İki Üvey Kızkardeş:

E.S. (1905-    ) bir Çinli ile evli Alman bir kadındı. J.C. (1957-   ) bir Çinli ile evli Çinli bir kadındı. Her ikisi de 20. Yüzyıl Çin'inin tarihçesini otobiyografik olarak yazmışlardır (sırasıyla: Çin ve Hayallerim, Alfa Yayınları, 1995; Yaban Kuğuları, İnkılap Yayınları, 1995). E.S. Avrupa'dan Asya'ya, Almanya'dan Çin'e giderken; J.C. Asya'dan Avrupa'ya, Çin'den İngiltere'ye gitmiştir. Her ikisi de Mao iktidarının cezalandırmasına uğramış (bunun 1930'lu yıllardaki Stalin tasfiyesine tıpatıp benzerliği Türkiye’de kimsenin gözüne batmıyor nedense). İlki herşeye karşın Çin'de kalırken, ikincisi Çin’den ricatı yeğlemiş. İki biyografi birarada, birey-toplum çelişkisinin dinamikleriyle, anaforlar ve ters akıntılar yaratan akışkanlar dinamiğinin benzerliğini akla getiriyor. Kültürel kimlik ve aksiyolojik (: değerbilimsel) sadakat konularında, her ikisinin de tutum-davranış ikilisi yer değiştirmiş görünüyor. Avrupalı burjuva, Asya Marksizmi'nin yanlışlıklarını kabullenebilirken, Asyalı köylü kurtuluşu Avrupa burjuvasinin kollarında buluyor.

·          

4. Ursula Kroeber Le Guin (1931-   ) ve Sylvia Plath:

U.K.L.G. başarılı bir kadındır. Bilimci bir baba ve sanatçı bir annenin kızı ve bilimci bir kocanın karısıdır (çocuklarının olup olmadığını tanıtıcı yazılar belirtmemiş). İyi bir eğitim görmüş ve sonunda o da (hem de ünlü) bir yazar olmuştur. S.P. başarısız bir kadındır. Taşrada doğmuş, rastlantıyla bir magazin dergisince keşfedilmiştir. Bir şairle evlenmiş ve ona iki çocuk doğurmuştur. Çocukluğundan kalma psişik açmazları, onu önce teşebbüs aşamasında kalmış, sonunda becerilmiş intihara taşımıştır. (Sırça Fanus, Can Yayınları, 1992)

‘Tutunamamak’ övülesi bir zanaat değildir ama 'başarı' da erkeklerde olduğunca, kadınlarda da kültürel faşistçedir. Sergey Yesenin'in (1890-1917), kendi intiharını olumsuzlayan ve sonunda kendi de intihar eden Vladimir Mayakovski'ye (1900-1936) kanıtladığı üzere: Ölmek belki güzel bir şey değil ama yeni bir şey de değil yaşamak.
Başarısız-ölü-kadın olmak veya başarılı-diri-kadın olmak: Seçim var mı?

A.B.D.'li 4 kızkardeş, kadınları hep çifte değilliyor.

·          

5. TC'li 2 Kızkardeş:

Sevgi Yenen (1933-1976) ve Duygu Yenen (1939-1985) iki kızkardeş idiler. İkisi de kanserden dolayı kırk yaşları civarında öldüler. İlki yazar, ikincisi balerindi. Biz onları Sevgi Soysal ve Duygu Aykal olarak tanıyoruz. Soysal, Sevgi'nin üçüncü kocası Mümtaz Soysal'dan; Aykal, Duygu'nun ilk ve tek kocası Gürer Aykal'dan geliyor. (Yalnızca bu gösterge bile, TC'de kadın-erkek çizgisinin nerelerde seyrettiğine iyi bir örnek.)

ABD'li S.S., 'Bir Metafor Olarak Hastalık' (Metis Yayınları, 1989) kitabında kanseri bir metafor (: mecaz) olarak tanımlar. TC'li iki kızkardeş ise, üçüncü dünyalı olarak kanserden dolayı mecazsız ölürler.

Şerh: 1:

Bu aşamada; sorusalların genelde Batı Avrupa kültürü bazında ele alındığı, aslında vurgulanması gerekmeyen bir durum. Vurgulanacak olan, TC kültürünün bu veri temelinde zayıf örüntülü oluşudur. Bizde kadın-erkek çelişkisi, ‘vital-fatal’ (yaşamcıl-ölümcül) sınırını asla zorlamamıştır.

·          

6. Rosa ve Milena:

Rosa Luxemburg (1875-1919) marksist bir kadındı. 1919'da Almanya'da askerler tarafından öldürüldü. Milena Jesenska (1901-1945) kendi marksist olmadığı halde, İkinci Dünya Savaşı öncesinde sırasında Avusturya'da marksistleri ve Yahudiler'i Naziler'in elinden kurtardığı için konduğu toplama kampında 1945 yılında öldü.

Rosa, toplumsal savaşımların onu çok yorduğu bir sırada, ‘keşke bir kaz çobanı olsaydım' demiş (bakınız: Rosa filmi, Yönetmen: Margaret von Trotta), Milena ise, ‘keşke bir domuz çiftliğim ve beni arada sırada döven bir kocam olsa' demiş (bakınız: Milena, Margaret Buber-Neumann, Afa Yayınları, 1992).

Şerh: 2:

Yazar bir anti-marksist olmasına karşın, her iki kadının da tüm çabalarına saygıdan fazla duygular besliyor.

·          

7. Bir Erkek ve Kadınlar:


Philippe Solliers'in Kadınlar (Yapı Kredi Yayınları, 1994) kitabının ilk (aynı zamanda arka kapaktaki tanıtım) sayfası, hem kitabın anafikri, hem sonul tezi, hem de tek iyi sayfasıdır. Kadınları ölümcül olmakla suçlar, ona göre yaşamcıl olan erkeklerdir. Kitabın geri kalanı boyunca, ne o sayfadaki savları açımlar, ne de herhangi bir anlatı söylemi kurar. Büyük olasılık o sayfa çalıntıdır. (Bir olasılık, kitapta adı geçen Çinli kadın J.C.'dır.)

·          

8. Anna Delbee (1864-1943) ve Auguste Rodin (1840-1917) :

Her ikisi de heykeltraştır. Bir dönem birlikte olmuşlardır. A.R., A.D.'nin bir heykelinin konusunu çaldığı için, araları bir daha düzelmemecesine bozulur. A.R. zengin ve ünlü olarak, A.D. fakir ve deli olarak (bir tımarhanede) ölür (ama tüm kadınlar gibi erkeklerden uzun yaşar). Söylemeye gerek yok: Kadın olan ilkidir.

·          

9. Bukowski ve Diğerleri

9. 0. Bukowski ve Erkekler:

Charles Bukowski (1920-1996) ‘Kadınlar’ adlı kitabında (Arion Yayınları, 1991, 350 sayfa) 55 yaşında ve 5 yıl hiçbir kadınla birlikte olmadıktan sonra, yeniden cinsel yaşama dönüşünü anlatır. Alkolik oluşu, onun kadınları aşağılayan biri olduğunu düşündürür. Oysa, kitabın kapağına alıntılanan metninde dediği gibi, her erkeğin düşüşünde bir kadın rol oynar. Bu; Hürrem Sultan veya Çariçe Katerina iktidarı demek değil, gündelik yaşamdaki matriyarkal faşizm demektir.

9.1. Bukowski ve Solliers:

Bukowski dürüsttür. Phillippe Solliers ikiyüzlüdür. B. Yaşar, S. konuşur (tam bir fransız gevezesidir). Gerçek kadınlar, nedense Solliers'i kibar bulurlar (küçük bir anket sonucundaki gözlem). Oysa B. tahammül edilemez derecede kaba sayılır. Cinsellikten söz ediş tarzını kadınları aşağılayıcı bulanlar, Henry Miller'i (1895-1980) bayıla bayıla okurlar. Burada "erotik-porno", "dolaylı-doğrudan" söylem/yazım argümanı gerekir ki bu başka bir yazının konusudur.

9. 2 . Bukowski ve Burroughs:

William Burroughs (1915-1997) toksinizasyonu (bu sözcük İngilizce'de ‘zehir’in yanısıra, yaratıcılık sırasında beynin biyokimyasal durumunu tanımlamak için de kullanılır; bu da birçok yanlış anlamaya, sanatçının mutlaka zehir kullanacağı gibi, yol açar) sömürür. Onu ünlü yazar yapan, kullandığı uyuşturuculardır. Dolayısıyla sattığı meta, uyuşturuculardır, sanatı değil. (Bu durum, W.B.'ın Türkiye'de de kült yazar olması sonucunu doğurdu.) Bukowski ise, kullandığı alkolle, yalnızca kendini zehirler. Anlattığı A.B.D. 1920-1990'dır; bu anlamıyla tam bir natüralisttir (: yazınsal açıdan doğalcı biçemci). İkisi bir kez karşılaşırlar ama hiç konuşmazlar.

9. 3. Bukowski ve Hassel :

Bukowski, 2. Dünya Savaşı'na psikiyatrik raporu nedeniyle katılmaz. Sven Hassel (1920-   ) katılır, savaşır ve sağ kalır. Savaşta yaşadıklarını anlatan on üç roman yazar (E Yayınları tamamını yayınladı).

9. 4 . Bukowski ve Bradbury:

Ray Bradbury (1920-   ) bilimkurgu romanı yazarı olarak düş gücü şampiyonluğuna soyunur.  Epey de metin-derece kaydeder. Oysa asla o alana girmemiş C.B., rastlantıyla onunla karşılaşır ve onu iki kez yener: Holywood'u ululayan ‘Deliler Mezarlığı’nın (Nisan Yayınları, 1994) karşısında 'Holywood' (Yapı Kredi Yayınları, 1995) ile ve bilimkurgu türü sayılabilecek bir öyküsü olan 'Hür Hayvanat Bahçesi'nin (Zen Düğünü, Metis Yayınları, 1993) son birkaç cümlesinde...

9. 5.  Bukowski ve London:

Jack London (1880-1924) da bir alkolikti ve atın ölümü arpadan oldu. İkisi de maceracıydılar ama J.L. kentlerde değil, denizlerde dolandı. 18. Yüzyıl'da olsa bir kahraman sayılırdı ama 19. Yüzyıl biterken Dünya dolmuştu. ‘Martin Eden’ (Cem Yayınları, 1996) adlı romanında bir serserinin yazar olma sürecinin öldürücülüğünü açımlar ve bu dönüşüm benzeri biçimde C.B.'nin de başından geçmiş; ancak okuduğu yazarlar listesinde J.L.'ın adı geçmez; onun yerine maceracı olmayıp ‘gibi yapan' Ernest Hemingway'i ve John Fante’yi beğeniyle anar. Bu da; iyi bir yazarın, iyi bir okur olması gerekmediğinin güzel bir örneğidir.

Şerh : 3 :

Metnin yazarının bir erkek olduğunu ancak burada belirtmek ikiyüzlülük olarak algılanabilir. Yeniden belirtmek gerekir ki yazıdaki bazı satırlar, kadınlar tarafından aynen kullanılmıştır. 1960'larda Avrupa'daki feministler, içlerindeki eşcinselleri ayıklamak zorunda kalmışlar; çünkü bu kadınlar grup toplantılarını yalnızca genç sevgili bulmakta kullanıyorlarmış. Bu durumu, gerçekleşmeden önce bir erkek önesürse "maço erkek faşizmi" sayılacaktı. 1980'li yılların sonunda TC'de kurulan Radikal Parti'nin başkanı, eşcinsel erkek İbrahim Eren'in yediği herzeler de, verilen örnektekinden aşağı kalmıyordu ama kimse hesabını sormadı. Her iki duruma da karşı çıkmak, cinsiyet ayrımcılığı sayılacaksa, yazarın da tutumu karşı tarafı aymaz (: bilmez, bilmediğini bilmez, anlatsan da anlamaz) olarak tanımlamak olurdu.

Çıkış:
Yazı boyunca kadın-erkek (aslında insan varoluşunun ve ilişkilerinin) imkansızlığının abartıldığı sanılmasın. Marjinal (: sınırdaki ve ötedeki) örnekler, durumsalı çok daha yumuşak gösteriyor; çünkü onlar hiç olmazsa çaba gösteriyorlar. 1997 dünyasında herhalde iki milyar çift vardır. Hesapça hepsi birbirine karşıt onlarca siyasal, iktisadi, kültürel, cinsel altkültür var ve hepsinde de her ne hikmetse kadın-erkek çıkmazı tıpatıp aynı. Doğadan alınan kadın-erkek eşitsizliği (aslında benzemezliği) tarihte on bin yıl boyunca yok varsayıldı. (İnsan bilimlerinin bir türlü temel bilim durumuna yükseltilememesi de bunun diğer bir göstergesi.) İnsan türü, birebir ilişkiyi becermeden toplumsallığın gerçekleştirilemeyeceğini kabule yanaşmıyor; o nedenle dünyanın tüm toplumsallıkları kendiliğinden sürülük, gönüllü kulluk ve toplu bilisiz düşmanlık içeriyor.

Kuşkusuz çözümler var ama öncelikle çözümsüzlüğün varolduğu görülmek zorunda.

Şerhlerin Şerhi:

Yazar, bunları yazdıktan sonra "patriyarkal faşist" kabul edilebileceğini biliyor. Hiçbir okur, aynı anda anti-komünist ve anti-faşist olunabileceğini ve bunun A.B.D. patentli "özgür dünya" söylemiyle hiçbir ilgisinin olmadığını anlama çabası içinde değil. "Eski dünya" öldü ve "yeni dünya" henüz doğmadı. Varolan "yeni bir global fetret devri". "Kadın" ve "Erkek" başlamadı ki "Kadın-Erkek" varolabilsin. Olumsuzu söylemek hep yazar gibilere kalıyor. Yine de söylemek gerekir ki yazar ne aseksüel, ne frijid, ne de homoseksüel; yani yoktan bir "kendi-erkek-insan" var etmeye / yaratmaya çabalıyor, dolayısıyla kişisel durumu da hem matrissel, hem de topolojik.

Dipnot:

Metin boyunca, hem matrissel (satırlı ve sütunlu olmak üzere çift akışlı), hem de topolojik (metnin akışı dışına çıkmaksızın mantıksal örüntüyü kendi üzerinden geçirebilme esnekliğinde) bir yapı kurulmaya çabalandı. Bu biçimci bir oyun değil, konunun varolan metin yapılarını dışlamasıydı.

(Aralık 1997)

FREUD KİTAPLIĞI İÇİN

Freud Kitaplığı : 15, Sanat ve Edebiyat, Çevirenler: Emre Kapkın ve Ayşen Tekşen Kapkın, Payel Yayınları, Şubat 1999, 480 sayfa.

Marx, Darwin ve Freud; bilimsiliğin, bilimsel olmayanın bilimsel olarak dayatılmasının, uç örneklerini verdiler. Marx, tarihi bilimleştirdiğini önesürerken, on bin yıllık tarihin binde birini ancak biliyordu. Darwin, evrimde cinsel seçme ve güçlü olanın sağ kalmasının aslolan olduğunu öne sürerken, tüm canlıların binde birini bile örneklemiyordu. Freud, insan ruhunu (birinci hata, zihin değil ruh) bilimselleştireceğim derken, kendisinin babasıyla ve baldızıyla (hatta bir bakıma kızıyla) yaşadığı çarpık cinsellikleri akılcılaştırıyordu.

Freud’un en büyük hatası, bilisel (: kognitif) davranışların süperego tarafından yönlendiriliyor; kimliği de, hem zorunlu bir özdeşlik, hem de yalnızca duyguların (: afektif) ve davranışların (: donatif) toplamı sayması olmuştur. Bunların toplamında bir insan, bağlı olduğu ip etrafında döndükçe boğulan bir koyun durumuna indirgenmektedir. Oysa ki insanı özgür kılan, bilisel ve bilişsel (: informatik) eylemleridir. Dolayısıyla Freud, sanatçıyı baştan açmaza mahkum etmekte, yaratıyı küçümsemekte (üstelik libidonun antitezini bir türlü yaratamamışken) ve küçük burjuvazinin (Reich'ın küçük adamının) ölümcül köleliğiyle zihni öldürmektedir.

İkincil büyük hata, zihni 'süperego-ego-id' diye, pasta dilimine benzer biçimde kesip atıvermesiydi. Yine de, o denli ikna ediciydi ki yıllardır çömezleri merkezi sinir sisteminde bunların yerini arayıp duruyorlar.

Freud'un hata değil, kasıtlı olarak yaptığı şey ise, psikanalizi engizisyon durumuna getirmesiydi. (Adler, Jung ve Reich'a yaptıkları da onun güce karşı tutumunu açıkça ortaya koyuyordu.) İnsanlar deli sayılmamak için onun yargılarını kabullenmek zorunda kaldılar.

Geçelim sözkonusu kitaba:

14 başlık altında, 28 makale ile Freud'un sanatçılar ve yaratıcılık hakkındaki düşünceleri açımlanıyor. Metinler ne yazık ki İngilizce'den çevrilmiş. Hiç umulmaz ama uzun yıllar Freud metinlerinin özgünlerinin (Almanca), diğer dillere, özellikle İngilizce'ye çevirilerinde tartışmalar yaşandı; çünkü bütün ilkler gibi o da, kendi özgün terminolojisini yarattı.

Kitapta; editörün önsözü / girişi, Freud kronolojisi, Payel'in açıklamaları ve geniş bir dizin var ki böylesi bir titizlik diğer yayınevlerinde hemen hiç görülmüyor.

Freud birebir neden-sonuç ilintisi kurmaya çok eğilimlidir. Bu geleneği, 19. Yüzyıl sonunda kullanılan bilimin her soruyu yanıtlamış (dolayısıyla yanıtlayabilir) olduğu yanılsamasından devralmıştır. Özellikle rüyaları öyle bir yorumlar ki bugünün bilgisiyle onun neredeyse karacahil olduğuna hükmetmemiz gerekirdi. Bir de, genelgeçer- basmakalıp düşünceleri sorgulamadan kullanır.

'Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri' makalesinde şöyle der: "İmgelemsel etkinliğin ilk izlerini çocukluk kadar erken bir dönemde aramamız gerekmiyor mu?" (Sayfa: 125). Hayır, gerekmiyor. Yüzlerce yaratıcı (bilimci, sanatçı, düşüncü), kimi yaşamının ortalarına kadar, yeteneklerine ilişkin hiç bir ipucu vermezler. Örneğin; 19. Yüzyıl ABD öykücüleri içinde, kırkına dek sıradan bir insan olarak yaşayıp, ardından kafasına taş düşmüş gibi yazmaya başlayan epeyi örnek vardır. Editör de bunu vurgular: "Aklının inceliğine karşın, temelde yalın (basit demek istiyor) bir insandır ve eleştirel yeteneğinde (yetisinde demek istiyor) bazan beklenmeyen gecikmeler olmuştur..." (Sayfa: 22.)

Freud'un temel çelişkileri, içinde yaşadığı, dolayısıyla hastalarını üreten toplumun çelişkileridir de... 'Ruhçözümsel Çalışma Sırasında Karşılaşılan Bazı Kişilik Tiplerinde' verdiği iki örnek bunu açımlar: Kişiler, peşinde yıllarca koştukları amaca (karşı cins veya akademik konum) ulaşınca, onu reddeden bir tutuma girerler. Aynı makalenin açıklamasında bu çelişkiyi (kendisininkini de) açımlar: Bir yandan libidonun ketlenmesi zihinsel sorun yaratırken, istenilen herşeyin kolayca elde edildiği durumlar da, kişiliğin gelişmemesine neden olmaktadır. Freud, bunu serinkanlıca tartılayacağına, ne zaman hangisini (ketlemenin veya doyurmanın) seçileceğini psikanaliste (yani kendi otoritesine) bırakarak, bir zamanlar papazın taşıdığı işlevi üstlenir: Yargılayan olmak...

Örnekler sonsuz çoğaltılabilir. Toplamda Freud; tıpkı diğer iki benzeri gibi, külliyatı negasyona (değilleme, hayırlama, olumsuzlama) tabi tutulmak kaydıyla işlevsel bir bilimcidir.

Son olarak: Okuyucu olarak kendimi bildim bileli, Payel Yayınları ciddi ve ahlaklı bir çizgi izlemiştir. Dileğimiz; Erich Fromm, Wilhelm Reich, ve Sigmund Freud'a gösterdikleri ilgiyi, Carl Gustav Jung külliyatına da göstermeleri... Ayrıca, Freud'un tüm eserlerini birarada bastıkları için teşekkürler...

(Şubat 1999)

EVRENİN TÜRKÜSÜ

G. Altov / V. Juravieva, Çeviren: Mehmet Türdeş. Sarmal Yayınları. 190 s.

Romanı ilk okuduğumda, ‘demek bilimkurgunun da marksisti oluyormuş’ demiştim. O anda Strugatski Kardeşler’in ‘Uzayda Piknik’ini okumuştum ama (marksist bir tarih kuramını geleceğe uygulamak istediği söylenen) ‘Tanrı olmak Zor Şey’ini henüz okumamıştım. Romanın anasavı, tıpkı Engels’in ‘Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’ kitabı gibi, Dünya’dan uzaya ve Evren’e geçişte emeğin rolünü dayanak kılmasıydı. Kitabı okuyalı 10 yıl geçti. Yeniden okudum, yine aynı biçimde düşünüyorum: Emeğin uzayda işi yoktur, çünkü Evren yolundaki insan, Dünya gezegenindeki insan değildir. Peki, uzayda neyin işi vardır? Kuşkusuz başkalaşmanın, öte-evrimin, aşkınlığın. Eğer; uzaydaki insan aynı kalacaksa, bu antropomorfik bir faşizm olacaktır ki Asimov’un ‘Sonsuzluğun Sonu’sundan (Cep Kitapları) Clarke’ın ‘Son Nesil’ine (Cep Kitapları) dek bir çok yazar ve eser bunun sakıncalarını dile getirmiştir. Asıl sorun şudur: İnsan gerçekten evrimde çıkmaz bir yol mudur? Mart 1998’de bilimciler buna ilişkin kanıtlar bulunduğunu açıkladılar. (Daha önceleri de Neanderthal insandan beri hiç evrilmediğimizi öne sürmüşlerdi.) Ancak, Gödel'in kanıtladığı üzere, hiçbir koyutlar ve akıl yürütmeler sistematiği, kendi içindeki bütün durumların, kendi dışındaki hiçbir durumun olamayacağını kanıtlayamaz. Yani; ister bilimkurgu roman olsun, ister biyoloji olsun, bir kitap ve söylem düzlemi; ne insanın uzayda yaşayamayacağını, ne de onu öte-insan yapacak aracın emek olacağını kanıtlayamaz, çünkü oranın sözcükleri henüz yok. Romanın konusu, insanın uzaya gitme çabalarını ölümsüzleştirecek bir eser yaratma işinin bir heykeltıraşa verilmesi ve onun da uzaya gitmiş kozmonotlarla görüşerek, bir anafikir / tema yakalama uğraşıdır Bunun beyhude bir çaba olması şerhini bir yana koyarsak, öykünün akışı hoştur. Heykeltraşın ustasının sonul eseri şöyle tasarlanmıştır: Yüzünü denize dönmüş bir insan ki bu da doğayı kafa tutulacak, savaşılacak, yenilecek bir düşman ve rakip sayan Batı Avrupa kültürünün Rusya’daki bir izdüşümüdür. Sonunda çırak da pes eder ve şöyle der: “Sanat ne kadar güçsüzsün.”

Solaris, ‘Uzayda Piknik’, bu kitap ve ‘Güneş Sistemi Öyküleri’ (on üç yazarlık ve öykülük bir derleme); zamanında Maya Yayınları (ki sanırım kapandı) tarafından basılmıştı. İlk üçünü yeniden basan Sarmal Yayınları'na teşekkürler. İnşallah sonuncusu da yayın programlarındadır.

(Burada bir dipnot: Yayınevleri, yeni kitaplar basmak denli, basımı tükenmiş kitapların yeniden basımı ile de ilgilenseler gerek; çünkü beş yıldan yaşlı tüm yayınevlerinin listesinde yeniden basılacak birkaç kitap hep bulunur. Yayıncılık, sürekli yeni moda yazarlar bulmaktan çok, kalıcı eserler peşinde olmak olsa gerek.)

(Mart 1998) 

NEUROMANCER

William Gibson, Sarmal Yayınları, Ağustos 1998, 378 sayfa

İlkin kitabın adı: 'Neuromancer' değil, 'Neurocancert' olmalıydı; çünkü siberuzaysal bir romantizmi değil, bilisel / bilişsel bir bozunumu (kanseri) anlatıyor.

İkincisi: Kitabın bir çok kaynakta anılmasına karşın, bundan önce özgün kopyasına ulaşamamıştım. Okuduktan sonra ise, hayal kırıklığına uğradım. Konusunun ilki sayılmasına karşın, 'Colossus' türü örneklerin aynı konuyu daha önce daha iyi bir biçemde ele almışlığı, onu diğer ilk sayıldığı alan olan 'siberuzay' (ki isim babalığı yazarın) en iyi olmayı beklettiriyor. 'Bedensiz zihin' konusu, 'bedensiz ruh' romantizmi bayağılığını hak etmiyor.

Bilimkurgu romanlar özgürlüksüzlüklerden epey dem vursalar da; beyinsel sınırlayıcılığa, beyinsel özgürleştiricilikten daha çok örnek verir.

Gelecek henüz yoktur. Gelecek tasarımı / düşlemi, doğrusal bir ileriye zamansal öteleme basitliğinde değildir. Aşkınlık başkalaştırıcıdır. Bu nedenle; romanda diğer ağırlıklı temalar olan ensest, ötekinin algılanması ve 'action', bir romanı nitelikli bir bilimkurgu kılmaya yetmiyor.

Batı Avrupa kültürünün (şimdilerde ABD kültürsüzlüğünün) tuhaf bir yanılsaması var: Özeleştiri sırasında, tıpkı kanser gibi, kendini sınırsızca (sonsuzca değil) yeniden üretmek. Yazar da, bilgisayarda ve sanal gerçeklikte, 19. Yüzyıl'ın romantizm-gerçekçilik yapay/görünür (ki İngilizce'deki 'virtual'  (: erdemli) anlamı yanılsamasını da ekleyerek) çelişkisinin açmazına girerek, 'tümel bilgi'nin (göreli) 'mutlak soyutluğu' olgusunu ıskalıyor.

Siberuzay, aslında kitapuzayın varılmış limitini üssel katlarına genişletir. Donanım açısından, önümüzdeki birkaç on yılda bilgisayarlar limite varacak. Dolayısıyla tarihte daha önceleri nasıl kezlerce olduysa, bilgi genişlemesi belli bir süre duralayacak (ki bu bir milenyum boyunca bile olabilir); sonra ister evrimle, ister devrimle o eşiği aşacak. Bu durumda yazarın siberuzayın bilgisel içeriğini (bir anti-ütopya yazmak uğruna) kitapuzayınkinden de küçültüyor olması, onu bu açıdan 'gerici' kılıyor. Zaten onu biçem olarak izleyenler, yalnızca 'punk-opera'lar yaratabildiler.

Tüm bunları yazdıktan sonra kitabın muhakkak (enazından bilimkurgu severler tarafından) okunması gerektiğini belirtmek ironik olacak. Bir İlk'in nitelik açısından kötü olması gerekmez ama en iyi olması da beklenemez.

Dipnot: İki yıl önce sinemalarımızda oynayan 'Johnny Mnemonic' adlı, hemen hemen aynı temayı ama bu kez tümüyle 'Holywood-action' biçeminde ele alan filmin senaryosunu W.G.'un yazdığını eklemek gerek. Bu da, onun 'felsefesel bilimkurgu' çizgisine her zaman sadık kalmadığının kanıtı sayılabilir.

(Eylül 1998)



BİTMEYEN SAVAŞ

Joe Haldeman, İthaki Yayınları, 1999, 358 sayfa.

Sıfırıncı vurgu: Kapağında belirtildiği gibi, romanın Vietnam Savaşı ile bir ilgisi yok. Neden mi?

ABD: 1950 Kore, 1970 Vietnam, 1991 Irak... Vietnam: 1950 Fransa, 1970 ABD, 1980 Vietnam, 1990 Kamboçya. Bu durumda kitabın yazarı, balıkların denizi anlamaması gibi, Vietnam Savaşı'nı hiç mi hiç anlamamış. Hiç almanak da mı okumadı? 200 yıllık ABD; 20 savaş, 10 başkan suikastı, suç işleyebilenlerin (veya zorunda kalanların) sürekli suç işlemesi (yılda on beş milyon suçlu, o da yakalananlar) olgularıyla, hala kovboyculuk oynuyor. Sorunsal sarı ırksa (o maruf, ‘diğeri / ötekisi / başkası’ konusu): Kızılderili-zenci dizisinin üçüncü halkası (zenciler sorun olmasın diye, Hespanollar'ı ve Asyatikler'i ithal ettiler, şimdi onlar sorun) demek yeterli... Bu kez kitlekatledemediler... Ve (iki atom bombası verecekli oldukları) Japonya ve Çin oradalar: Kamikazeliğin ve kapitalist geri adımın ad babaları...

Birinci vurgu: Tiksindiğim konu: Bilimkurguda cinsellik: Clarke'ın 2061'i, Niven'ın 'Halka Dünya'sı, Lessing'in 'Şikasta'sı... Pornocular bile, konuyu bu denli bayağı ele almadılar. Yazarlarda ortak yan: Hepsi yaşlı... Püritenlikten viagraya dikey, pardon yatay geçiş yapmışa benziyorlar. Koyutlar: Aşk  È Cinsellik È Üreme = Æ. Genetik È Biyolojik È Psikolojik (® Annelik). Zaman: 1950 (o zaman hepsi gençti ama tarih-bilim bilinçleri yoktu). Bilimkurgu yazarlarının gerizekalı ve karacahil olmaları katlanılamaz bir durum. (Şairlerinkine katlanılır, bir güzel küfredersin gümrah gümrah, sonra geçer gidersin.)

İkinci vurgu: Bitmeyen savaş, romanda bit(iril)iyor: 'Happy end'. Oysa 1990-2000: Irak - Kuveyt, Sırbistan - Hırvatistan + Bosna + Kosova. Afganistan - SSCB + Afganistan(cıklar). Çeçenistan, Karabağ, Nahcıvan... IRA, ETA, PKK... Pehlivan tefrikası gibi...
Oysa Güney için hedef, AB ve ABD olmalı... Atom bombaları; Londra, Berlin, Paris, New York, Washington D.C. ve Los Angeles'ta patlamalı. Ya da bilimkurgu yazarları, Birinci Dünya'yı / Kuzey'i ödesinler...
Çeviri beceriksizliği ve Türkçe kullanımı konusunda bir kez daha İthaki Yayınları'na beddua ve küfür ediyorum.  

(Mart 1999)

HALKA DÜNYA

Larry Niven, İthaki Yayınları, Çeviren: T. Ümit Kayalıoğlu, Şubat 1999, 412 sayfa.

Tahayyül gücü edebiyatta, aslında her sanat dalında, kolay bulunan bir şey değil. 1990'larda ortaya çıktı ki soğuk savaşın gerilimi, casusluk romanları ile birlikte bilimkurgu romanlarının da yaratımını körüklüyormuş. Gerilim bitince, yaratı da sizlere ömür... Clarke'lar, Le Carre'ler gümbür gümbür devrildiler.

Bilimkurgu da olmazsa olmaz ikinci bir öğe ise düşünce, hem de kristal yoğunlukta düşünce. Oysa çoğu bilimkurgu roman, 'kaptan uzay gemisine atladı ve aşağılık zonikleri ışın tabancasıyla doğradı', biçiminde, bariz ırkçılığa dayalı, ilkel aksiyonlar içerir. Böyleleri, çoğunluk kovboy romanı formatında seyreder. İşin içine, nedense, illa ki dişiler de katılmak zorunda hissedilir: Güzel ve aptal ve saire... Herhalde bu, yayıncıların bir tür altın formülü olmalı. Bu arada, düşüncenin canına okunmuş ne gam. Kitap satılıyor ya, yeter...

Bilimkurgu yazarlarının birbirlerinden intihal oranı, ilginç bir araştırma konusu olurdu (metnin kapsama alanı dışında kalıyor) ama enazından şu söylenebilir, belli sayıdan çok bilimkurgu roman okuyunca, 'ben bunu daha önce okudum', diyorsunuz. Kuşkusuz, her konuda güneşin altında söylenmedik söz bulmak, limitte imkansıza gider ama 'benim oğlum bina okur, döner döner gene okur', türü kısırdöngü konuları dile pelesenk etmenin anlamı da yok. Klişeler (: basmakalıplar), her sanat alanında olduğunca, bilimkurgu romanı da bayağılaştırır.

Tüm bu açmazlar, 'Halka Dünya' için de geçerli. Bir zamanlar taparak okuduğum, artık şaşkınlıkla 'bu adam neler zırvalıyor' dediğim A. C. Clarke'ın 'Rama'larında olduğunca, aklın ve sağduyunun bütün kurallarına eza, yapay bir dünya betimleniyor. Canlı tipolojileri, neredeyse aynen Stanislav Lem'in 'Aden'inde var, H. G. Wells'in 'Zaman Makinesi'nde var. Habire makineler bozuluyor, insanlar yaralanıyor ve olayın ana gidişiyle bunların pek ilgisi yok. Sanki maksat sayfa şişirmek.

Romanın anafikri ne diye sorulsa, 'şans' demek gerek ama onun da ortaya konuluşu, fettan bir dişinin yediği herzeler olarak tanımlanınca; ortaya Agatha Christie'vari, ben uydurdum uydurdum söyledim, ister inanma, ister okuma, tarzı absürd bir anlatı ortaya çıkmış. Romanın sonu da, devamı var, iki , üç, niyetine boşlukta bırakılmış.

Triloji meselesi de bir tuhaf: İsaac Asimov triloji niyetine, heksoloji yazmış. Clarke'ın 2001-2010-2061'ı hesapça triloji ama alakası yok, öyle ki kendisi bile bunların birbirlerinden bağımsızlıklarını vurgulamak zorunda hissediyor; çünkü ana akış ve ayrıntı tutarsızlıkları gırla gidiyor. O da, 3001'e yer açmak için, özellikle 2061'te taklalar atıyor. İnşallah ömrü vefa etmez de, biz de eziyet çekmekten ve eski ustamızdan utanmaktan kurtuluruz.

Halka Dünya, adı üzerinde, bir yıldızın  çevresinde dönen, yapay-halka-şerit bir dünyada geçiyor. Açmaz, oradaki uygarlığın çökmüş olarak tasarlanması ki bu da romanı çökertiyor. Oradaki uygarlık, neden yaratılmış, neden çökmüş, yazar bir türlü okuyucuya aktaramıyor. Metnin içinde de bir çok boşluk var: Kuklacılar (: puppeteer) necidir, şans nasıl genetikleştirilir, verilen sözler tutuldu mu, vd, vb... Roman, yazarın Türkçe'deki ilk eseriydi. Yayıncı açısından şanssız bir seçim olmuş. Kendi hesabıma ikinci bir Larry Niven romanı  okumam.

Ve artık: Lütfen yeter, çeviri zulmünüzü bırakın. Clarke'ın 2010'unda, Çinliler'in 'Uzun Yürüyüş'ünü (: Long March), 'Uzun Mart' diye çevirmek için, mart kedisi olmak gerek. Bu romanda da, 'quantum' değil, 'kuantum; 'outsider' değil, 'dışarılılar'; vb, vd... Editörlerimiz uyuyor kabul ama okuyucu uyumuyor bilesiniz... Üç kuruş çalıp çırpacaksınız ve bilimkurgu roman bu aralar Türkiye'de çok satıyor diye yaptıklarınız yayıncılık ilkelerine uymaz. Açın Hugo ve Nebula ödülleri listelerini. Tutun bir profesyonel okuyucu-editör, hepsini tarasın. Yayınlanabilir olanları elesin. Birden çok kişiden oluşan çeviri kurulu oluşturun. Karşılaştırmalı çeviri yapsınlar. Sonra ham çeviriyi bir kaç ay demlendirin. Sonuç, inanın mükemmel olacaktır.

Ha, alan da gaçansa, gidin aynı parayla, kabzımallık yapın, celeplik yapın, daha çok para kazanırsınız. Yayıncılık, bir baltaya sap olamayan solcuların kapitalistleşme kapısı değildir. 1983-1990 arası o yolu abileriniz, ablalarınız, sağolsunlar yeterince yürüdüler. Hatta, sevgili '68'lileriniz deveyi hanuduyla epey yuttular. Size pek bir şey kalmadı. Artık bu işi profesyonelce yapmanın zamanı.

Son olarak, tüm yayınevleri genelinde söylüyorum: ‘Bilimkurgu roman’ diye yutturulan şeyler, aslında  yalnızca 'pulp fiction' (: posa metin). İyi bilimkurgu roman, iyi klasik romandan daha iyi bir edebiyat yapıtıdır. Bu işin hakkını verin...

(Mart 1999)

ŞİKASTA İÇİN

Doris Lessing, Çiviyazıları Yayınları, Çeviren : Erol Özbek, Ocak 1999, 470 sayfa.

Önce girizgah:

Şikasta; ne bilimkurgudur, ne de fantazya (ona 'fantezi' denmez). Şikasta, politik metafordur; tıpkı Jonathan Swift'in 'Gülliver'in Gezileri'si ve Rabelais'nin 'Gargantua'sı gibi... Ondan önce de, bir roman değil, (çok çok uzatılmış) bir makaledir...

Bilimkurgu Ansiklopedisi'nden (Encyclopedia of Science Fiction, Derleyenler: John Clute ve Peter Nicholis, 1995, St. Martin's Press, New York, xxv + 1386 sayfa) 1972'de Darko Suvin'in yaptığı bilimkurgu tanımını ele alalım: Yazarın deney(im)sel çevresine alternatif bir kavramsal çerçeveyi, ana biçimsel araç olarak kullandığı, yabancılaşmanın ve biliselliğin etkileşimlerinin varlığının gerek ve yeter koşul olduğu yazınsal bir tür. Fantazya Ansiklopedisi'nden (Encyclopedia of Fantasy, Derleyenler: John Clute ve John Grant, 1997, St. Martin's Press, New York, xvi + 1049 sayfa) fantazyanın ve fantastiğin tanımlarını verelim:

Fantazya: Fantazya, kendi içinde tutarlı bir metindir. Bize, olağan dünyada gerçekleşmesi imkansız olan bir öykü anlatır.   

Fantastik: Fantazya ile aynı kökten gelir. Mantıksal olarak (İngilizce'de) fantazyanın sıfat biçimi kabul edilse gerekir. Ancak, nadiren bu anlamda kullanılır. 1930'larda ve 1940'larda bilimkurguyu da kapsamak için kullanıldı. 1970'lerde Tzvetan Todorov, 'doğaüstü' öyküleri tanımlamak için kullanıldı.

Şikasta bunların hiçbirine uymuyor. Öykünün akışıyla hiç bir ilgisi olmayan, gezegenin Güneş Sistemi dışında olarak tanımlanması dışında, her şey Dünya'da ve adı verilen ülkelerde (İngiltere, Almanya, vb) ve (boğucu derecede) sıradan akışta geçer (sanki gazete okur gibisinizdir).

Doris Lessing kendini yineliyor. Nasıl mı? 'Bireyler' bölümündeki örnekler, 'İyi Bir Terörist'te (her ne hikmetse Türkçe'ye 'Terörist' olarak çevrildi, İmge Yayınları) ve 'Beşinci Çocuk'ta (Afa Yayınları), delilik faslı 'Cehenneme İniş Elkitabı'nda (? Yayınları) vardı. Üstüne üstlük, tek ciltlik eseri beş cilde çoğalttı ki onların da başlıkları makale kokuyor ('Evlilikler' gibi).

Lessing, sanırım her türü denemek istiyor. Çizgi roman metni de yazdı. Ursula K. Le Guin'in ve Susan Sontag'ın düştüğü duruma, o da düşüyor: Körler ülkesinde (Kadınistan'da) şaşı olmak, geleceğe (kalmaya) yetmiyor. (Cage-Cunningham belgeselinde, ikisini öven bir kadın vardı: 60'ını geçmiş, eksi libidolu, bir zamanlar kartaldı kılıklı, abus suratlı ve çok bıyıklı; adı geçen üçü de tıpkı o kadına benziyorlar.) Yaptığın işi iyi yap: Tarih en iyinin en iyisini bile beğenmiyor, kendini dağıtma, gerçek başyapıtlar henüz yazılmadı ve becerememişsen kabahat senindir.

Sonra kitabı mülahaza:

Kitapta inanılmaz muğlak bir anlatım var. Her olay, yazarın özel yaşamından tanıklıklara imalı göndermeler içeriyor. Biz, kuşkusuz bunların hiçbirini bilemiyoruz. Kabul: Günceleri, yazarın en yakınları bile tamamıyla çözemez. Arada yazarın merceği vardır ve bu yakından değil, oldukça uzaktan anlaşılır; yani bir yazarı en az anlayanlar, en yakınlarıdır ki edebiyat tarihi bunun örnekleriyle doludur. Üstüne üstlük, Steinbeck'e ve Plath'e olduğu üzere, bir de dava açarlar. Ancak Lessing, burada da kantarın topuzunu kaçırıyor. Vakalarını roman dışında bir yazınsal biçimde, çok daha rahat açımlardı. Yine de, ana konuyla ilgisiz olsa da, bazı parçalar (kedi öyküsü gibi) çok hoş ve yürek burucu.

Romanın anafikri ise, olabilecek en berbat bilimkurgu klişelerinden biri: Uygarlaştırma. Yahu; sayın Avrupalılar, hala öğrenemediniz mi? 500 yılda Dünya'yı yalnızca barbarlaştırdınız. En akıllınız deli bekir, onu da köstekle yatır.

Lessing, naif doğalları övüyor mu, dövüyor mu belirsiz. Kim kime ne (hangi kültürü) verecek? Uygarlar mı barbarlara, barbarlar mı uygarlara?

Ot yemek, şiddetsizlik demek değildir. Vejetaryenler de öldürüyor beyler. Bitkiler, insanlardan daha canlıdır.
Kent kurmak, uygarlık değildir. Bugün, Dünya'nın en kalabalık 25 kentinin 15'i, insanlık tarihinin en büyük barbarlıklarına meydan olmakta... Tarihte olgular, karşıt göstergeler taşıyabilir. Birebir mantık, zihni yanıltır.

Dinler, hep yalan söyledi. Kutsal kitaplarla evrim tarihi (yalan söylemlerle gerçek bilgiler) harmanlanamaz. Gerçeklik, bundan büyük zarar görür (astroloji ile astronominin nasıl karıştırıldığını unutmayalım).

Bırakalım martavalları... Bre Lessing, bu kadarını da senden ummazdım doğrusu...

Bir de olumlu söz edeyim bari:

Johor'un yalnızlığı, beyni olan küçücük azınlığın, beyni olmayan o milyarların arasında çektiği, onmayan, dinmeyen, dayanılmaz, kaçınılmaz acıyı getirir. Sorun, o acıyı 'Acı' yapabilmektir. Ancak o zaman, başkaları onu altetmeyi öğrenirler ve becerirler. Geriye bıraktığımız bu iz, yaşamış olduğumuzun biricik kanıtıdır. Bu; bir kitap olabilir, bir dans olabilir, bir film olabilir... Çok daha önemlisi, yıkımın boşluğu (ve hatta ma'sı) olabilir..

En son da epilog:

Son yılda, bir çok eski-usta-yaşlı yazar beni üzdü ve şaşırttı: Le Carre, Hassel, Clarke, en son da Lessing... Varlıklarını, yani yazmayı, dayandırdıkları konu tükenince, enazından susmayı bile beceremeyip ifrata kaçtılar. Le Carre soğuk savaş dönemi casusluklarını, Hassel 2. Dünya Savaşı'nı, Clarke bilimkurguyu başarmışlardı. Bununla yetinmediler. Sporcular bile zirvedeyken bırakırlar. Kabul, yazmaktan başka yapacak hiç bir şeyleri yok(tu) ama hiç olmazsa günce / özyaşamöyküsü filan yazsaydılar. Okuyucu olarak kendimi, en hafifinden hakarete uğramış hissediyorum. Her kitaba zaman ve para veriyorum. Kalitesiz malı ünle ambalajlamak, yazarlık onuruyla hiç mi hiç bağdaşmaz. Bizim yayıncılara ise, küfretmekten, 'auto reverse'e girdim vallahi...

Dipnot: Söylemeye dilim varmıyor ama bence Lessing MI5 ajanıymış, yani majestelerinin enteliymiş. Nasıl mı anladım? Meslek sırrı...

(Mart 1999)




ASLA EV YOK  


Ursula K. Le Guin Seçkisi: Kadınlar Rüyalar Ejderhalar
Çevirenler: Bülent Somay, Meltem Ahıska, Müge Gürsoy Sökmen, Deniz Erksan, Seda Tural, Nurdan Gürbilek. Derleyenler: Deniz Erksan, Bülent Somay, Müge Gürsoy Sökmen. Metis Yayınları, Mayıs 1999, 138 sayfa.

Prolog


Ursula K. Le Guin’le (ve Mülksüzler’iyle) 1990 yazında tanıştım. Şimdi adını bile anımsamadığım biri okuyordu ve ben de ondan alıp okumuştum. (İnsanlar gider, kitaplar kalır.)
Çarpıcıydı.
Öyle ki:
10 yıldır hala onu okuyageldim. Benim için yazar olarak miyadını, İngilizce olarak okuduğum metinlerdeki, bilimkurgu hakkındaki düşünceleri doldurdu.
Neden mi?
İşte o neden-ler, bu metnin anafikridir.

Log-log : 1


Söz eylemdir. Düş eylemdir. Düşünce eylemdir. Tüm bu nedenlerle, bilimkurgu (roman ve/ya deneme) yazımı, 21. Yüzyıl’ın başında çok ciddi bir eylemdir.
İyi bilimkurgu, iyi romandır, değil. Bilimkurgu, iyi romandır. James Joyce’a romancı denebiliyorsa, çoğu bilimkurgu, Ulysses’tan daha iyi romandır.
Nasıl söz üzerinde uzlaşılamıyorsa, bilimkurgu üzerinde de uzlaşılamıyor. 25 yıl önce bilimkurgu okuduğum için gülenlerin, bilmkurgu yazmaya çabalaması (ama becerememesi) beni güldürüyor.
Ara nağme:
Metinde, yapı-çerçeve bütünlüğü gözetilmeyecek. Yalnızca, söz köruçuşları denenecek.

Çapraz Yaylım


I.

Uyku, uyanıklığın karşıtı değildir. Düş, düşüncenin karşıtı değildir. Gündüzdüşü, (mistik, metafizik ve/ya dinsel) vecd, trans, (yanlışlıkla öyle denilen) uyuşturuculu zihin durumları gibi diğer olasılıklar / olanaklar mevcuttur. Bilimkurgu, kimi başka, kimi bu rotalarda seyreder.
Erkek, var değildir. Kadın, hiç mi hiç var değildir.  İkisi, o nedenle birbirlerine düşmandırlar. Bilimkurgu, bu düşmanlığın dürüstçe ifade edilebileceği ender sanat dallarından birisidir ama nedense enaz ifade edildiği alanlardan biri kılınmış durumda. dürüstlük yoksa, düşünce de yok.
Ursula, erkeklere nefretini (düşmanlığını) itirafa cesaret edemiyor. Yanlış yaptığını biliyor ama nerede yanlış yaptığını göremiyor. Dişi ayı, yeryüzünde (boş) hayal kuruyor. Erkek ayı gökyüzüne gidiyor.
Bilimkurgu, ev değildir. Dünya ev-gezegen değildir. Kadın, (genetik-biyolojik-psikolojik anne ayrımları gerçekleştirildiği için) ev-rahim değildir.

II.

Erkeklerin fantazyaları kadınlarinkinden farklı mıdır? Son kırk yılın sağ yarımbeyin – sol yarımbeyin geyiklerine göre öyle. Yazara göre ise, her iki taraf da işin çok başında, nokta nokta yoluyla, imgelemin haritasını resmetmeye çabalıyor. İnsan türünün, bir milyon yılda düşü bile becerememesi ironik…
Fantazya-bilimkurgu ayrımı, ikisi için ayrı ayrı hazırlanmış ansiklopedilerde tanımlamada tıkanır kalır. Fantazya, fantastik anlamında kullanılır. Fantastik, fantazya-bilimkurgu bileşimi olarak tarife çabalanır.
Oysa, çok basit bir ayrım vardır: Bililkurgu temelde gelecekte, fantazya (temeli masal olmak üzere) geçmişte; bilimkurgu Dünya dışındaki Evren’de, fartazya, bu dünyada geçer.
Hesap ortada: İnsan olan ve olmayan ayrımı. Evrimöte, bir gün gelip bir bilim dalı kılındığında, nasıl bugün bilim olan, eskiden felsefe idiyse, bilimkurgunun konusu insanöte olmayacak. O zaman, fantazya-bilimkurgu ayrımı ortadan kalkıp birleşecekler (ki bunu her iki taraftan da gerçekten isteyenler var).
Ursula, kıyıdan ayrılmayan sandal olarak, ikisi arasındaki dar bölgedin emin sularında seyrediyor.

Hedef Gözeterek Atış


I.

Ursula, başarıya sığınıyor… (Susan Sontag da öyle…) Oysa; ne Sylvia Plath, ne de Diane Arbus, buna tenezzül etmedi. Öldüler. (İkisi de intihar etti.)
Ölmek yeni bir şey değil, yaşamak da yeni bir şey değil fakat…
Yesenin gitti. Kalmalıydı, diyen Mayakovski de öyle…
Yazar, başarıya karşı değil. Karşı olduğu, intihar edilecek yerde başarıya kaçmak (diyelim Szabo’nun Mephisto’su gibi). Yazarın kendisi, kırkı yıllık devr-i sülümancıkta enaz on kez intihar durumunda bırakılıp da yaşadığı için kezlerce utanç duymuştur.
Tamam, kullanılmış iki atom bombasından dolayı özür dileyen belki de biricik ABD’li yazar Ursula’dır. Yine de o, başarılı anne, başarılı baba ve başarılı bir kocanın konformizminde seyretmiş. O nedenle kalkıp çocuklar için fantazya yazabiliyor. Ölüme ve (kendi imlasıyla) Acı’ya uzak kalıyor… Öyle bir yüzyılda yaşadık ki o herkesin aşağıladığı TC’li çocuk kitabı yazarı Kemalettin Tuğcu, Ursula’nın yanında daha (iki anlamıyla da) metin kalıyor.

II.

Geleceğin arkeolojisi, patenti Ursula’ya ait, tam da bilimkurgu romana uygun bir kavramdır. Yazarın yaptığı, olası geleceklerden birini (zihninde ve kağıt üzerinde) yaratmaktır.
Hata, ‘Daima Eve Dönüş’teki geleceğin antropolojik ve matriyarkal oluşundadır. Ursula için gelecek, kadın-eve dönüştür. Tüm zamanı ve mekanı kaçılamaz bir rahim kılar. Yine de, kadını mazlum gösterir.
Mazlum yok. Masum yok. Muaf yok. Kafka: Gönüllü zorunlu-luk var. Ölüm ile yaşam, etik ile estetik arasında bir seçim sözkonusu değil.
Yazarsın ve ölürsün. Ölürsün ve olursun. Gibi yapmazsın.
Gerçek gelecek ölüdür. Yazmak, onu hümanist-antropomorfik faşizmden kurtarıp yolu boş kılmaktır.

Log-log : 2


hep yanlış anlaşılır. En umulabilecek budur. (Milan Kundera evirmesi.)
Söz ölümsüzdür. Yazar ölümlüdür. Söz, yazarı (er geç) terkeder.
Bilimkurgunun sözü, geleceğe ilişkindir. O nedenle, ikilemsel görünse de, gerçekte var olmamasına karşın, ölümsüzdür; çünkü yazarın ölümünün sonrasına izdüşer.

Alıntılar ve Yorumlar


I.

Alıntı (S: 17):
Ben Yerdeniz’i icat değil, keşif ettim.
Yorum:
Yanlış. Enazından Tehanu’yu, arketipsel ya da başka bir deyişle tümdengelimsel yazdığı kesin… Menopozunu geçmiş bir kadının, andropozunu geçmiş bakir erkeğin bekaretini bozması… Bu arketipsel değilse, ne arketipseldir?

II.

Alıntı (S: 20):
‘Ged’ birşeye tekabül etmez.
Yorum:
‘Ged’, ‘god’ ile değil, ‘Ger-’ ve ‘ped-’ ile ilintilidir. ‘Yaşlı-çocuk’ anlamına gelir. U. K. Le G., hep büyümeyen erkek çocukların masalını anlatır büyüklere…
Düş, kolay kolay düşünceleştirilemez. Bilimkurgu (ve/ya fantazya) kolay kolay fütürolojileştirilemez.
Bir bilimkurgu yazarı, neden (var) olmayan ülkelerin haritalarını çizer? (Herbert olsun, Kroeber olsun.) Var olan ülkeler, yazınsal (ve düşüncesel) açıdan bir işe yaramadığından dolayı.
Denmeye ki: Bilimkurgu bir kaçış edebiyatıdır. Denmeye ki: Delilik kaçıştır. Peki o zaman, bunca bin yıldan sonra, onlardan neden hala medet umuluyor?

Öfke ve Tiksinti


Empatimi en çok ketleyen, bu iki duyugudur.
20. Yüzyıl bitti. Bu yüzyıl bilimkurgu yüzyılıydı. Bilimse, muazzam bir bilgi artışı getirdi.
Yine de:
Daha yüzyılın başında, üç dev, Einstein, Planck ve Heisenberg, bilimsel / bilişsel (: informatik) / bilisel (: kognitif) paradigmatik duvarlar yarattılar. Bilimciler, şimdi o duvarlara çarpıp duruyor.
Bilimkurgucular da klişeleriyle yazınsal duvarlar yarattı: İnsan türünün Evren’deki yeri, başka zeki canlılar, vd… Onlardan umulacak olan yol açmalarıydı, tıkamaları değil… Başustalardan Clarke’ın şimdi yazdıklarına bakın: Nefret edilecek metinler. Ursula’nın Tehanu’suna bakın, yapılan iş yalnızca önceki trilojiyi katletmek. Ne uğruna: Ursula’nın menopozlu hisleri uğruna…

Epilog


Bu yılın başından beridir, otuz yıldır taptığım tüm yazarların aleyhinde görünen metinler yazmaktayım. Ursula da bunlara dahil oldu,  ne yazık ki...
Ma, eksi uzayzamandır ve sonsuz yıkımdır. Zihnin burabuanda gereksindiği boşluktur: İpoteksiz bir gelecek. Üzücü bir gerçek ama sıradan yazarlardan çok, yolu ustalar tıkar. Yapılacak tek iş, putları kırmaktır. Acınız, sizi boğsa bile…
Mülk yoktu hani? Oysa ulu anamız şimdi, entellektüel mülkünde yayılmakta… Kendini fesh yoksa, başkası tarafından tasfiye olur…

(04 – 05. 06. 1999)

İ’YE KADAR SAY


William Gibson, Sıfır Noktası (: Count Zero : Sıfıra Dek Say) , Çeviren: Özlem Kurdoğlu, Sarmal Yayınları, Mayıs 1999, 385 sayfa.

GİRİŞ


SANAL ALEM, SİBERUZAY VE SAİRE


‘Sanal’ sözcüğü Türkçe’ye, ABD’ceden girdi. İki karşılığı var: ‘Imaginary’ ve ‘virtual’. ‘Sanal sayılar’daki sanal, ‘imaginary’; ‘zahiri’deki sanal, ‘virtual’ demek ki sözcüğün ad biçimi ‘erdem’ anlamına geliyor (ki bundan erdemin yalnızca görünen ama gerçekte var olmayan bir şey sayıldığını çıkarmak olalı).
Sanal alem ve siberuzay, İngilizce’de ve Türkçe’de eş anlamlı olarak kullanılabiliyor. Siberuzay, İngilizce’de de yeni kullanılmaya başlanan bir sözcük. Patenti, sözkonusu yazara ve romanlarına (1 : Neuromancer,  Sarmal Yayınları, Ağustos 1998, 328 sayfa ; 3 : Idoru, 383 sayfa, İngilizce, Berkeley yayın grubu, Eylül 1997), ayrıca 1984 gibi yakın bir tarihe ait.
‘Siberuzay’ adlı, İngilizce dilinde yazılmış kitapta (The MIT Press, 1992, Derleyen: Michael Benedikt, 436 sayfa, sayfa: 1-3) Michael Benedikt, şu tanımları getiriyor:
Teknolojiyi kullanan iş dünyasının yarattığı, yeni ve kaçınılmaz bir değişim…
Global bilgi trafiğinin mihenk taşı olduğu, bilgisayarların yarattığı, yeni ve gerçeğe koşut bir evren...
Mekanların sınırlayıcılığının ortadan kalktığı bir durum-ortam…
Sanal bir dünya olmuş ekran olmuş kitap olmuş kil tablet…
Devrimle ve ortak kabulle gelmiş yeni bir zihinsel coğrafya…
Koridorlarında elektriğin aktığı (yapay) zeka…
Her katılımcının çevresindeki bir laboratuar ve bir köprü…
Organizasyonların organizma niteliği kazandığı bir durum…
Her şeyin satılık olduğu bir ortam…
Saf bilginin egemenlik alanı…

Siber uzay, tanımlandığı üzere, var değildir.
Yine de, artık bazı kişiler için, gerçek dünyadan daha gerçektir.

ŞERH : KİTAP ve SİBERUZAY

Günümüzde, iki milyon İngilizce (halihazırdaki iki yüz alfabeli dil için, bu sayıyı onla çarpmak tahminimce uygun olur) ve elli bin Türkçe basılı kitap var. Bunlar, tüm temel (bilimsel,düşünsel,sanatsal) metinlerden en son an basılmış dandik romana dek, herşeyi kapsıyor. Hepsi, okur için hayali bir evren yaratmış durumda. Daha yavaş hızla olsa da, bu coğrafyada hemen her iklim gezilebilir. O nedenle siberuzay bir ilk değil ki internet, kitap tasarımını kesinlikle birebir kullanıyor.

SANALLIK ve ÖNCÜ SANAT


Richard Schechner, beş tür öncü (: avant-garde) sanat tanımlar (The Twentieth Century Performance Reader, Derleyenler: Michael Huxley ve Noel Witts, 1997, Routledge Publishing, 421 sayfa, sayfa: 308-326):
1. Tarihsel avant-garde: 19. Yüzyıl sonunda Avrupa’da biçimlenmiştir. Sinema, yoktan var edildi. Resimde, modern sanat oluşturuldu ve gerisi geldi: Sembolizm, empresyonizm, ekspresyonizm, futurizm, kübizm, dadaizm, sürrealizm, vd. Dansta, modern dans oluştu. Tiyatroda, İbsen’den Meyerhold’a bir çok yazar, yeni anlayışlar yarattı. Yazında, naturalizm ve realizm doğdu.
2. Halihazırdaki avant-garde, şu an neler yapıldığına bağlı olarak değişir. 2 yıl önceki artık eskidir. Uzunca bir süre hep yeni şeyler denenecek ve su er geç durulacak. Halihazırda, ‘happening’ler moda…
3. İleriye bakan avant-garde, şaşırtıcı ve mahşeri bir gelecek görür. İleri teknoloji, hem sevindirici, hem de korkutucudur. ‘Total Recall’ filmi, bu tür anlayışa bir örnektir: İç-hayal dünyası ile, dış-gerçek dünya arasındaki ayrım muğlaktır (ki senaryosunda W.G.’ın katkısı olan ‘Matrix’ filmi de, tümüyle bu tema üzerine kuruludur).
4. Bir gelenek arayan avant-garde: Tiyatrocu Grotowski ve Barba’da çok belirgindir. Aslında bu bir formülasyon arayışıdır ki 1980’lerin ve 1990’ların dünyasında bu imkansızdı. O yüzden, Grotowski de arayışını tiyatro dışı alanlarda sürdürdü. Bu açmaz, olduğu gibi 21. Yüzyıl’a taşındı: Sanat ne yapamaz?
5. Kültürlerarası avant-garde: Epeyi yanlış anlaşıldırılarak kulanılıyor. Özellikle performans grupları, çok ülkeli olmayı çok sesli olmak sanıyorlar. Sinemada ise, çifte açmaz yaşanıyor: Holywood, John Woo’sundan Bille Auguste’üne, tüm dünyanın avant-garde / farklı yönetmenlerini yutuyor ve asimile ediyor (: uyruklaştırıyor). Böylelikle, kendi açmazını globalleştiriyor.

BİLİMKURGU ve ÖNCÜ SANAT


Bilimkurgu roman, tüm 20. Yüzyıl boyunca öncü bir yazın dalıydı. Romana, konu (: içerik) olarak geleceği ve uzayı sokarak, biçimde de formatları (diyelim zaman akışını, Ursula K. Le Guin’in ‘Mülksüzler’inde olduğu gibi, ‘1-2-3-4-5’ yerine, ‘1-4-2-5-3’ olarak dizerek) zorlayarak, novumunu (öteleme artı değerini ve/ya aşkınlığını) baştan tanımsal kıldı.
Kuşkusuz, basmakalıplar bu alanda da kullanıldı ve bir ‘alttür’ sayılabilecek ‘space opera’ bilimkurgular (Okat ve Baskan Yayınları’nın bilimkurgu dizilerindeki çoğu kitaplar) yazıldı. Bilimkurgunun klişe konuları da oldu: Robotlar, uzay gemileri, ışınlama, egzotik uzaylı canlılar, deli bilimciler, vb… ‘Siberuzay’ da bu üçlemeyle, William Gibson sayesinde, yeni bir klişe konu oldu. En yoğun tema: Bilginin şifresini ele geçirenlerin mutlak iktidar olması ve yazılım şirketlerinin çok uluslu şirketlerin yerini alması.
Bilimkurgunun öncülüğü, 21. Yüzyıl’da fütüroloji ve bilim olarak tarih ile birleşerek, tsunami sörfçüsü öncülüğünü sürdürebilir. Nasıl; otobiyografiler romana ve biyografiler tarihe dönüştürülebiliyorsa, olası bilimkurgusal gelecek öyküleri de, yeni bir sanatsal dala dönüştürülebilir. Yani; ancak, yakın gelecekte geleceğe bakıyorluğunu sürdürebilen avant-garde, avant-garde olarak kalabilecek.
Wittgenstein ne demiş: Geleceği geçmek yetmez, o yine sizi geçer…

21. YÜZYIL’DA SANAT (YAZIN É ROMAN É  BİLİMKURGU) NE YAPAMAZ?

Aydınlanma Çağı’ndan (veya Birinci Sanayileşme’nin başından) bu yana, sanata yerine getiremeyeceği görevler üstlenegeldi. Sanat, çok az sayıda işlevi, o da öncü kalabildiği ölçüde / sürece yerine getirebiliyor. Sanatçı; yaşlanınca, yorulunca ya da konformistleşince, eserleri kendiliğinden asimile oluyor. 21. Yüzyıl'da ise, yalnızca sürekli geleceğe bakıyor kalabilen öncü sanatçılar ve eserler bir şeyler yapabilecek.
Tiyatroda 20. Yüzyıl’ın öncüleri, Brecht, Grotowski, Beckett ve Artaud; dansta, butoh’cular ve Bausch; sinemada, Tarkovski ve Fassbinder; resimde modern ve post-modern akım-lar (örnekse, istiflemeler (: installation), resim-heykel birleşimi, çevresel sanat,vd), bilimkurguda, Clarke ve Lem gibi başustalar; artık geçmişe bakıyorlar. Geleneklerini kurdular, içine yerleştiler, artık yolu tıkıyorlar…
Sanat, insanları düşündürebilir-di ama düşündür-e-medi. Duygu, düşünceden üstün tutuldu ama orası mikro faşizmin alanıydı. Sanat, o nedenle 20. Yüzyıl’da pek anti-faşist olamadı, hatta Kafka ve Fassbinder bile...
Sanat, 21. Yüzyıl’da asallaşmak zorunda. Bu ise, bireysellik altı bir ölçek demek. Bunu becrebilecek olan delilerin seyir defteri pusulasız olduğundan, ilk 25 yıl epey yere çakılma vakası yaşanacak.
Yani: Sanat var-lık olamaz.

BİLGİNİN KÜLTÜROLOJİSİ


Bilginin Zihinbilimi


Zihinbilim (ne yazık ki) Freud tarafından sınıflandırılmıştır. Ona göre, insanların zihinsel etkinlikleri üç türdür: Afektif (: duygulanımsal), donatif (: edimsel), kognitif (: bilisel). Afektif + donatif = roller + statüler = içgüdüler + coşumlar + duygular + davranışlar = id + ego. Nedense; kognitif davranışlar, süperegosal (sublimatif : yüceltmesel) sayılmış ve pek hesaba katılmamıştır. Birey; kişi-lik, kim-lik, özdeş-lik (kendi-lik), özne-lik, ben-lik birleşimi bir kategori sayılmıştır.
Çok az sayıda kişinin libidosu (tuhaf gelecek ama ne Einstein, ne de Bill Gates (dünyanın en zengin adamı ve en büyük yazılım şirketinin sahibi) kognitif tipler değildi), duygularla değil, bilgiyle beslenir (ki bu durum, yazara göre, kültürevrimsel bir sorundur). Böylelerinin davranışlarını ve biyografilerini, bilgi kaynaklarına yönelim belirler.

Bilginin Toplumbilimi


Bilginin toplumbilimsel izdüşümü bilişimdir (: informatik). İkinci Sanayileşme toplumunda bilgi, alınıp satılan bir meta kılınmıştır ve iki yüz yıl daha böyle süreceğe benzemektedir.
İletişim ve dizge kuramı, toplumlarda bilgi üretimini ve kültürlerarası bilgi etkileşimini belli ilkelere bağlamaya çabalar ama bu altbilimler henüz emekleme döneminde.
Yeni dogma şu: Herhangi bir kişi, sıradan biri de olsa, uzman biri de olsa, üretilen tüm bilgileri kavrayamaz, ondan önce hepsine ulaşamaz, dolayısıyla toplum bilgiye yabancılaşır ve düşmanlaşır.

KİTAP


YAZAR İÇİN


(Bu bölüm, Science Fiction Encyclopedia’daki (Derleyenler: John Culte ve Peter Nicholis, xxv + 1386 sayfa, St. Martin’s Press, New York, 1995) John Clute‘un yazdığı ‘William Gibson’ maddesinin özet çevirisidir.)
1948 ABD doğumlu. 1968’den beri Canada’da yaşıyor. Toronto’da bir süre yaşadıktan sonra, Vancouver’a göç etti. Bilimkurgu yayınlamaya, 1977’de ‘Unearth’ (: Dünyadışı) için yazdığı, ‘Fragments of a Hologram Rose’ (: Hologram Bir Gülün Parçaları) ile başladı. 1983’e dek, sonradan ‘Burning Chrome’ (: Yanan Krom) başlığı altında, bir kitapta derlenecek olan öykülerini yayınladı. Bu masalların bir bölümü, ‘Neuromancer’ atmosoferine sahipti. Az sürede ‘siberpunk’ olarak bilinegeldiler.
Siberpunk’u W.G. icat etmedi, böyle olduğunu da iddia etmedi. Bu işi, Bruce Bethke’nin 1983 tarihli ‘Siberpunk’u yaptı. Gardner Dozois, 1983’te bir makalesinde bu akımı tanımladı: Bilgisayar yöneltimli, yüksek teknolojili, yakın gelecek dünyası, mukimleri için bir proje değil, bir çevredir (hatta bir ekolojidir)... Geleneksel bilimkurgunun terimleri açısından bu  sapkınlıktır. W.G.’ın dev başarısı, geleneksel bilimkurgunun ölümünü öngören korkutucu bir habercidir. Onun romanları, geleneksel bilimkurgu temalarını / araçlarını geliştirir ve kent yaşamının karmaşık mozaiğinde fon temaları durumuna indirger. Betimlenen dünya yaşlı ve anlaşılmazdır. Mukimleri üretici / yapıcı değil, tüketicidir. Temel acıları, çoğu modernist ve post-modernist benzerlerinde olduğunca, parçalanmış benlikleridir. W.G.’un dünyasının mukimleri için, kendilikleri dünyanın araçlarına boşaltılmıştır ve karakterler vahşiliği aşmaya çabalarlar.
Kanadalı bilimkurgucular, kahramanlarını  daima çevrenin vahşetine kilitleme eğilimi göstermişlerdir. Bundan dolayı, Kanadalı bir yazar olarak W.G., siberpunk’ı tanımlayıcı kitaplarda yer kazanmıştır. Eklediği yalnızca, marka adları ve japon şirketlerdir. Boşluğun sonunda ise, nafilelik vardır.
Neuromancer üçlemesinde, temel öykü birinci kitapta geliştirilir. ‘Sıfır Noktası’ ve ‘Mona Lisa Overdrive’da ise, yeni masallar yaratmanın zorluğu nedeniyle, karakterler felç olmuş gibidir. W.G.’un ellerinde siberpunk bir gelecek tarihidir.
Bugün ise, W.G., bilimkurgunun ahlakçısı olmanın eşiğinde duruyor.

Şerh:

Şehir atmosferindeki karamsarlık (Çelik Mağaralar, İsaac Asimov, 1954) ve yazılımların insanları yönetmesi (Ben Robot, İ.A., 1940) temaları W.G. patentli ve 1984 kadar yeni tarihli değildir. Nasıl ki gerçeküstü resmin patenti kendisine ait olmasa da, bugün insanların aklına ilkin Salvador Dali geliyorsa, W.G. için de aynı durum geçerlidir. Ona özgü-n olan, yeni bilimkurgusal alttürün basmakalıplarını gelenekleştirmesidir. Bugün, onun gibi yazmaya özenen onlarca yazar var.
W.G., yakın gelecek için bir kara ütopya kuruyor. Bilimkurguda bir çok yazar bunu yaptı. Nasıl İ.A. yanıldıysa, W.G. da yanıldı (bile). Gerçekte, her zaman beyaz ve siyah içiçedir (gridir denmiyor, bakınız: ‘Çıkış’taki kaotik matematik teması). Aynı başlangıç noktasından başlayıp, aynı yollardan geçip cennete de varabilirsiniz, cehenneme de…
Reklamcılarla birlikte, bilimkurgucuların bir bölümü, İkinci Sanayileşme’nin ilk agnostikleri (: bilinemezcileri) oldular.
Özdeyiş:
Bilinenleri bilmeyen biri(leri), bilinmeyenlerin bilinemezeliğini önesüremez(ler).

ALINTILAR ve YORUMLAR


Didaktik


Bir hesap makinesi bile yapay bir zekadır. Bir insan ise, yapay ve/ya gerçek, tam bir zeka değildir. On bir bin yıllık tarihin yalnızca son iki yüz elli yılında, insanı düşünen bir varlık yapmaya çabalıyoruz. Spinoza salağı, ‘insan düşünür’ dediği ve bir aptalın kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramadığı için, yanılsama süregeliyor.
Robotların ve/ya yapay zekaların insan olmak isteyeceği geyiği, sanırım Asimov ile bilimkurguya müdahil edildi. Bir insanın, zerrece aklı varsa, insan olmak istemeyeceği gibi bir gerçeği göz ardı etmek gülünç.
Tüm bunlar nedeniyle, yapay zekanın sanal bir dünya yaratacağı varsayımı yanlış. Beynin belleği neyse, internet de o. Her bilgi dağarcığının, kendine özgü bir mantık-geometri alma eğilimi olduğu biliniyor ama bunun bir sistematik oluşturacağı geçersiz bir varsayım. Tarihin bu momentinde, siberuzay da gevşek örüntülü ve önümüzdeki elli yıl içinde, tüm bilgi sistemleri geçici olarak çökecek. Ancak holografik yapılar, parçalanınca kendini bütüne yeniden yükseltgeyebilir. Açmazın tek çıkış yolu da bu: Bilgiyi merkezden çevreye dağıtmak.

İnduktif


I.

Alıntı (S : 8): Kesme talebi gelince sayacı sıfırla.
Yorum: Eğer, bunu doğru yer ve zamanda yapabilsek, dünya şimdikinden çok farklı olurdu. Örnek mi? Türkiye bir savaşa doğru gidiyor ama sayaç hangi noktada sıfırlanacak?

II.

Alıntı (S : 46): … Her şeyin gayet uygun ve korkunç bir biçimde normal ve fena halde yanlış olduğu türden bir rüya…
Yorum: İlginçtir ama Nazizm de öyleydi, Engizisyon da… Tarihçilerin gözden kaçırdığı bir eşlenikliktir bu… Neden olabilir acaba? Çok basit: Tamdan çok tarih libidosunu kültüre basınca (: kuvvetle şırıngalayınca), sıçramalar (yalpalar ve çatallanmalar) oluşur da o yüzden…
Reklamlar ve klipler de, filmlerden daha çok gerçeklik duygusu verir bu yüzden… İşte gelen, henüz adı konmamış yeni kognitif-informatik faşizm-engizisyonun t-özü böylesi bir şeydir...
Ya da:
Savaşlar, barışlardan daha çok heyecan vericidir.

III.

Alıntı (S : 69): İnsan türünün düşünülemeyecek kadar karmaşık ortak halüsinasyonuydu bu. Büyük birleşik işlem merkezlerinin neon novalar gibi yandığı matris-siberuzay, en dar sınırdan ötesini analamaya kalktığınızda, başınızı duyusal yüklenmeyle derde sokacak kadar yoğun veri.
Yorum: Bilginin, öğrenmesi hemencecik bitiverecek denli sınırlı olduğunu sanmak da, sonsuz olduğunu sanmak da hatalı. Sonsuz, sınırlı-sonlu bir uzaya, yani bir zihnin içine katlanabilir.
Yeni yüzyılın her bireyi bunu başarmak zorunda kalacak.

ÇIKIŞ


Sanal sayılar düzleminde, yanyana iki nokta, sabit bir denklemde iki (veya daha çok) değere limitlenebilir. Reel sayılar düzleminde, özel durumlar dışında (y = 1/x için, x = - ¥ ise y = – ¥ ve x = + ¥ ise y = + ¥ gibi), bu mümkün değildir.
Tarih, insanlarca sabit sanılır. Geçmiş bir tane ve değişmez kabul edilir. Oysa; geleceğin birden çok olabildiği bir tanım uzayında, o gelecekler er geç geçmiş olacağı için, birden çok geçmiş vardır. İnsanlar, bunu ancak tanım uzaylarını (yani referans çerçevesi kültürel modlarını) değiştirerek becerebiliyor.
Nasıl; düşler, zihnin bir parçasıysa, fütürüloji de kültürün ve tarihin bir parçasıdır.
Global bir kriz döneminde yaşıyoruz. Türümüz yok olmaya çok yakın. Mümkün olduğunca çok, olası gelecek tasarımlarına gereksinimimiz var. Bu yerzamanda, bilimkurgu yazarları, şizofrenler ve yazılımcılar, gelecek tasarımcısı olabilirler. Bu bilgi disiplinlerinde, bilinçli değil, sezgisel düş-kör-uçuş-lar, açmazı çözecek ipuçları verebilir.

Bu metin böylesi bir deneydi.

(Temmuz 1999)

DUNE HEKSOLOJİSİ

Frank Herbert, Sarmal Yayınları.

Çöl Gezegeni Dune, Çevirenler: Arzu Taşçıoğlu ve Deniz Vural, Temmuz 1997, 718 sayfa.
Dune Mesihi, Çevirenler: Arzu Taşçıoğlu ve Deniz Vural, Ekim 1997, 298 sayfa.
Dune'un Çocukları, Çevirenler: Arzu Taşçıoğlu ve Deniz Vural, Nisan 1998, 528 sayfa.
Dune'un İmparator Tanrısı, Çeviren: Süha Sertabiboğlu, Mart 1999, 680 sayfa.

Giriş


İsaac Asimov'un (beşleme) Vakıf'ı ile birlikte Dune, bilimkurgu roman türünde, geleceği ayrıntılı, uzun dönemli ve felsefi açıdan çok ayrıntılı yorumlayan ve tasarlayan en önemli bilimkurgu dizi eseridir. Çeviriler yayınlanmadan önce, nereden öyle bir takıntıya girmişlerse, bazı eleştirmenler, üçüncüsünden sonrasında öykünün akışının tavsadığını belirtmişlerdi. Oysa; şaşırtıcı olarak dördüncü cilt, 'siyasal açıdan kendini tasfiye-fesh' gibi, an-an-arkik bir alternatif öykü yaratıyor ki tüm yazınsal türlerde benzeri pek yok.
Dune, bir bilimkurgudur. Dune, mükemmele yakın düzeyde fütürolojiktir. Dune, çok nitelikli bir yazınsal yapıttır. Başyapıt olmaktan onu alıkoyan nitelik, diğer bilimkurgulara da aittir: Aşırı didaktizm, bütünlüğü bozan gereksiz takıntılar, antropomorfik hümanizm...
Ancak; özellikle dördüncü ciltte becerilen bir şey var: Alıntıların tek başlarına aforizma-metafor-alegori güçleri...

Geliştirme


Cilt : 4 :

Geleceği görebilme yetisi, sıkıntı halini alabilir. (S:67)
Yıl 2000'de bazı insanlar, deliler gibi geleceği kestirme manisine kapıldılar. Tamamına yakını, bunu (şu ya da bu türden) iktidar edinmek için yaptılar. Tarihe müdahalesizlik ilkesi çiğnendi.

Kısa süreli kararlar, uzun sürede başarısız olma eğilimindedir. (S:105)
Benden sonra tufancılık veya günü kurtarma eğilimi, kayıpları arttırır. Bugünkü makul bir kayıp (belki bir feda hamlesi), yarınki bir çok büyük kayıbı önler.
İnsanlar, sükunete karşı, şiddetle tepki gösterebilir (doğrudan böyle denmiyor ama böyle kastediliyor). (S:146)
Dünya'nın en barışçı dinlerinden birinin hüküm sürdüğü Hindistan'da 20. Yüzyıl'da, devlet başkanı üç (kuşak peşpeşe, sırasıyla Mahatma, İndra, Rajiv) Gandi'nin , sırasıyla 1948'de, 1984'te ve 1991'de, öldürülmesi, en uygun örnek.

Teşhis etmesi ve anlaması en zor olanı, değişken kalıplardır. (S:373)
Bunu dile uygularsak, teşhis etmesi ve anlaması en zor olanı değişen anlamlardır. Doğru yerzamanda doğru adresleme gerekir. Bunu çoğunluk sözlükler bile beceremez ve düşüncenin sözlüğüne pek raslanmaz.
Geleceği kestirebilmenin risklerinden biri: Düşmanlarından biri, seni ciddiye alır ve kestirimini, geleceği etkilemek için kullanır (21. Yüzyıl'da örnekleri çok görülecek ve henüz panzehiri yok).

Sonuç


Eleştirmensel notlar:

Vakıf Üçlemesi (aslında beşlemesi), Hiçi Üçlemesi (Frederick Pohl) ve Dune Altılaması, yazınsal olarak bir iç ahenk taşıyor. Bu ahenk; format, üslup, ‘subject of matter’ (: öznenin kaygısı) gibi, bir metni özgün kılan en önemli alanlarda kurulmuş. Aradan yıllar geçtikten sonra, yeniden yeniden okunup lezzet alınabilir durumdalar.

Editörsel notlar:

Altı cildin tamamının yayınlanma süresi, Türkiye'de hep yapıldığı üzere, 'okuyucuya saygısızlık' denecek denli uzun.
Çevirileri ayrı kişilerin yapması, editörsel ilkelere aykırı.
Acaba diyorum, Türkiye'de bir gün bir yayıncı,  bilimkurgu eser(ler)i ve yazar(lar)ı, burada Dune ve Herbert için, yazılanları da, ayrı bir kitap olarak basacak mı?

(Nisan 1999)


BİLİMKURGU ve FANTAZYA YAZINI ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER

‘Bilimkurgu Ansiklopedisi'nde Bilimkurgunun Tanımı ve Yorumu:

Tanım:

‘Bilimkurgu’ terimi, ilk ortaya çıkışı Hugo Gernsback'in çıkardığı Haziran 1929 tarihli 'Harika Bilim Öyküleri'nde olmak üzere, 1930'larda genel kullanıma girdi. Çok daha önceleri bir çok yazar, bilimkurguya benzer ürünleri tanımlamak için çaba gösterdiler ve bazı erken dönem yazarları kendi manifestolarını hazırladılar. (Bilimkurgu Ansiklopedisi, 1995.)

Yorum:

Bilimkurgu, 20. Yüzyıl'a özgü bir yazın dalıdır. 20. Yüzyıl'ın üç kritik olgusu; Soğuk Savaş dönemi, uzaycılık ve nükleer silahlar yolluyla, insan türünün sonunun gelmesi olasılığı, bilimkurgunun da temel temalarından olmuştur. Vurgulanması gereken; son ikisinin gerçekleştirilmelerinden önce romanlarda tasarlanması; Soğuk Savaş'ın da ikilemsel bir biçimde, tıpkı casusluk romanlarında olduğunca, bu türü hem beslemesi, hem de ketlemesi olmuştur.

Örneğin; zamanda yolculuk, doğal bir olgu değildir ve bilimkurgunun gözde temalarından biridir. Bu nedenle, ansiklopedide dendiği gibi, bilimkurgunun hep doğal öyküler içerdiğini söylemek yanlış olur. Bilimkurgu olsun, fantazya olsun, gerçekçi romana karşı değil, romana karşıdır; yani, romanın ele aldığı basmakalıp insan tanımına... Bu tanım, Aydınlanma'dan beri yinelenen klişeler içerir: Antropomorfik bir hümanizm (ki çoğu bilimkurgu, uzayı kolonileştiren öykülerle aynısını sürdürür), standart biyografilerin (aslında nekrografilerin) olaylara dayalı sıradanlığı (ki gelecekteki yeni bilimkurgu olan ve olmayan roman, olaylara dayalı olmayacaktır (bilinç akışı tekniği kastedilmiyor)). Polisiye romanın açmazı burada da vardır: Ne kadar düşünce ve ne kadar eğlence? Bilimkurgunun başyapıtları, olaylarıyla değil, novum düşünceleriyle kalıcıdır. Mülksüzler'in triyalektiği, Algernon'a Çiçekler'in deha-gerizeka ikilemi, Vakıf'ın fütürolojik determinizmi, bilimcilerin ve/ya düşüncülerin o konuları ele almasından çok önce ve mükemmelen irdeleyici akıl yürütmeler içerir. Hiç bir roman türünde bu denli (aslında genelde hiç) düşünce yoktur. Hep his vardır. Bugün klasik kabul edilen tüm Avrupa romanları bu izlektedir. (O nedenle, yetişkinlere değil, on yaşındaki çocuklara okutulurlar.)

Bilimkurgu, fantastiğin altkümesi değildir.

Fantastik masalın altkümesidir: Büyücüler, devler, cüceler ve saire, temel temalarını oluşturur. Fantastik ve masal, Dünya’nın malıdır. Bilimkurgu, Evren'in malıdır.

Buradan, 21. Yüzyıl'da tahayyül gücünün yeniden ele alınışına geçilir. Nasıl; Eski Yunan'da bile aya yolculuk öyküsü yazıldıysa ve bu bilimkurgu değilse; masal ve dolayısıyla fantastik de, bilimkurgusal öğeler içerse de, geçmişe aittir ve aşkın değildir. Oysa bilimkurgu, geleceğe aittir. Bu, yanlışlıkla ‘şizofrenik bir kaçış’ zannedilmiştir.

Oysa; nasıl bugün fütürologlar, bilimkurgunun tüm öğelerini kullanıyorlarsa ve bambaşka şeyler yaratıyorlarsa; fantastik ve masal da, bilimkurgunun tüm öğelerini kullansa da, bambaşka şeyler tasarlıyor. Asıl bilimkurgu, henüz tasarlanmadı (belki de 21. Yüzyıl'da duralayacak ve tasarlanmayacak). Elde var; boyut yırtılımı, büyük birleşik kuram, evrimöte, vd... Bunlar, asla fantastiğin öğesi olmadı ve olmayacak.

Bir Yazar Neden Bilimkurgu Yazar?


Bazı yazarlar, bir çok diğer türü denediği için, bunu da denemek ister.

Fantastik roman yazarları, rahatlıkla bilimkurgu dalına girebilirler. Yalnızca, 'Geçmiş-Dünya' yerine, 'Gelecek-X gezegeni' demek yeterlidir.

İntihar etmemek ve/ya cinayet işlememek için, bilimkurgu roman yazan örneğe raslanmadı. Oysa raslanmalıydı. Yalnızca bu nedenle, başka türlerde eser veren bir çok yazar var. Soğuk savaş, dehaları intihar ettiresiydi.

Fütürolojik nedenlerle bilimkurgu yazan örneğe de raslanmadı. Halbuki pekala raslalanabilirdi ki şimdilerde, bilimkurgu yazarlarına, gelecek kestirim şirketleri öykü ısmarlıyor. N öyküden biri muhakkak gerçekleşir. Yoksa o yazarlar, bilimkurguyu bıraksa yeridir.

Bir Okur Neden Bilimkurgu Okur?


Bir zamanlar, en çok bilimkurgu okuru Macaristan'da varmış ama bunun oran mı, miktar mı olduğu kaynakta belirtilmemiş. Oradaki okurlara da bilimkurgu okuma nedenleri sorulmamış.

Bilinen bazı nedenler şöyle:

Polisiye, casusluk, korku / gerilim romanları neden okunuyorsa o yüzden: Gündelik yaşamın tekdüzeliğinden kaçış için...

Soğuk Savaş döneminin siyasal baskılarından, enazından hayal dünyasında kurtulmak için...

Yalnızca bilimkurgu roman okuyan bir okur profili var mıdır bilinmez ama bilimkurguyu, diğer roman ve yazın türlerinden daha üstün saydığı için okuyan okurların olduğu bir gerçek.

Bilimkurguda Klişeler:

Ansiklopedi, şu konuları listeliyor:

Araçlar: Patlayıcı, android, hiperuzay, siborg, zaman makinesi, akvaryumda saklanan beyin, güç alanı, yiyecek hapı, karşıyerçekimi kalkanı, çeviri makinesi, yargıç bilgisayar.

Klasik temalar: Samanyolu Gökadası’nın fethi, çok aşırı giden bilimciler, telepatlar için cadı avı, Üçüncü Dünya Savaşı sonrası barbarlık, Yankiler'in zaferi.

1980'lerde yaratılanlar: Genetik mühendisliği, tanrının bir yapay zeka oluşu...

Fantazide Klişeler:

Ansiklopedi, şu konuları listeliyor:

Bellek yitimi, adam boğazlanması, dünya turu, düello, kaçış ve kurtuluş, bedensel biçim değiştirme, hanlar, kıskançlık, yalanlar ve hileler, gözetleme delikleri, sakat bırakma,  kehanet, ipucu biriktirme, ayrılma, yürüme.

İkisi Arasında Kesin ayrımlar:

·         Bilimkurgu 20. Yüzyıl'da başladı.
·         Yalnızca bilimkurguda uzay vardır.
·         Fantazi dinseldir (efsaneler) ve folklardan (masallar) beslenir.
·         Zaman olarak, bilimkurgu geleceğe, fantazya geçmişe yöneliktir.
·         Mekan olarak, bilimkurgu Evren'e, fantazya Dünya’ya yöneliktir.
·         Bilimkurgu, çok zor ama mümkün-karmaşık ile uğraşır; fantazya, imkansız ama basit ile uğraşır.

Bilimkurgunun ve fantazyanın etimolojisi ve semantiği:

Bilimkurgu, bilimsel roman demektir. Fantazya, gerçek olmayan demektir (Öyleyse, neye ‘gerçek’ dediğimiz, neye ‘gerçek-değil’ (‘-dışı’ / ‘-ötesi’ / ‘-üstü’) dediğimizi de belirler).

Her ikisinin ayrımını bu etimoloji de belirler: Bilimkurgu gerçekçiliğe, fantazyadan daha yakındır.

Bilimkurgunun Kaçırdıkları:

Bilimkurgu, genelde bilimöteye soyunmasına karşın, bazı konularda bilimaltı (ve/ya ‘sahte bilim’) kalır. 1950-2000 arasında; genetik, biyolojik ve psişik annelik fiilen birbirinden ayrıldı ama bilimkurgu, seks konusuyla ilgilense de, bu konuya bir gıdım olsun yaklaşamadı.

Keza; 1960-2000 arasında uzayda yaşamanın biyolojik ve psişik sorunları, ilginç görüngüler sergiledi. Bilimkurgu, bunu da ıskaladı.

Uzay gemileri teknolojisi, bilimkurgunun en sevdiği konulardan biri olmasına karşın, öneriler çocuk hayallerinin ötesine geçemedi, çünkü güçlü bir bilimsel bilgi birikimi gerekiyordu.

Kozmoloji ve astronomi, 20. Yüzyıl'ın son çeyreğinde çok önemli ilerlemeler kaydetti. Böylelikle, Evren'de daha önce gözlenmemiş bir çok cisim tanımlandı ve nasıl oluştukları belirlendi. Bilimkurgunun evren modeli ise, 1930'ların, pek pek '40'ların bilgi düzeyini pek geçemedi. Bu; tersini iddia etseler de, tüm roman yazarları gibi, bilimkurgucuların da öğrenme ve düşünme tembeli olduğunu ortaya çıkardı.

Bilimkurgu ve Sinema:

Bilimkurgu filmleri, ne yazık ki yalnızca aksiyon filmleri olarak kalmışlar. '2001’ ve 'Solaris' gibi iki başyapıt, iki usta sinemacı tarafından, sırasıyla Kubrick ve Tarkovski, sinemaya çevrilseler bile, sonuç hüsran olmuştur. ‘Mülksüzler’in zamansal tersliği, seyircinin onu anlamsını epey zorlaştırır ve henüz filme çekilmemiştir.

Tersine, bilimkurgu veya fantazya saymakta zorlanacağımız konuları, Cronenberg rahatlıkla filmleştirebilmiştir. Özellikle ‘Çıplak Yemek'te sağladığı tasarım başarısı, insanı hayrete düşürüyor. Demek ki sorun, yönetmenlerin bilimkurgu okuru olmamasında yatıyor. Çünkü Cronenberg, aynı çizgiyi ilkede yıllarca koruyabildi. 'Videodrom' türü filmleri, bazı açılardan rahatlıkla bilimkurgu sayılabilir.

Bilimkurgu ve Gelecek:

Bilimkurgunun zaman kipi gelecektir. Bu; kaçış süreci/kültü, fütüroloji ya da yalnızca tahayyül olarak elele alınabilir. Tüm bilimkurgu yazarları, Birinci Dünya’lı olduğu için, öteki / diğeri / başkası olana Güney ve/ya Üçüncü Dünya’ya / karşısava asimetrik olarak yanlış tanımlanır.

Geçmiş gösterdi ki barbarlar uygarları, pekala uygarların barbarları yendiği denli yenebilir. Ve yine gözlenmiştir ki kim yenerse yensin diğerinden etkilenir.

Uygarlık denilenin çöküşünü, bilimkurgucular tümüyle gözönüne almak istemezler. Oysa, kendini yok ediş tarihte sık raslanan durumlardandır.

O nedenle, tüm bilimkurgular bir gelecek tasarlamak / yaratmak isteseler de, gelecek yıkarlar ve/ya geleceği ipotek altına alırlar. Bu ipotek, şimdilerde Yankiler adınadır. La Fayette boşuna gönüllü kulluk adına söylev çekmemiş. Asiler ve radikaller ise, yalnızca yenen olmak isterler, adalet değil...

Bilimkurguda Çeşitlemeler:

Bilimkurgu, çeşitlemelere çok açık bırakılmış bir tür olageldi. Senaryosundan öyküsüne çok çeşitli örnekler verildi. (Acaba bilimkurgu şiir olabilir mi?)

Daniel Arion, Algernon’a Çiçekler’i hem uzunöykü, hem de roman olarak yazdı. Tuhaf olan, ilkinin yetersiz kısalıkta, ikincisinin ise (yattığı kadın anlatısı gibi) gereksiz ayrıntılarla dolu olmasıydı.

Kapanış:

Fantazi, kendini tüketti ve yineledi bile... Oysa bilimkurgu tam başlamadı bile... Nedeni şu: Yazarlar, 20. Yüzyıl'ı henüz zihinlerinde sindiremediler. 20. Yüzyıl'ın asıl istimi, 19. Yüzyıl'dan arda kalanlardan geldi. Ancak, önümüzdeki kısa dönemli gelecek, bir duralama dönemi olacak. Yeni bilimkurgu atılımını, yeni yüzyılın ilk ciddi krizinin gerçekleşeceği 2025 sonrasında beklemek gerekir.

Çıkış:

Yazar, çoktan bilimkurgu eleştirdi bile ve bir gün bilimkurgu da yazacak ama fantazya yazacağını pek sanmıyor... Bu metin dışında, fantazya eleştireceğini de pek sanmıyor.

(Mart - Aralık 1999)
2001 TETRALOJİSİ

Arthur C. Clarke, Sarmal Yayınları,
Çevirenler : Oya İşeri ve Ardan Tüzünsoy.
2001 : Bir Uzay Efsanesi, Ekim 1998, 366 sayfa.
2010 : Efsane - 2, Kasım 1998, 380 sayfa.
2060 : Efsane - 3, Ocak 1999, 302 sayfa.
3001 : Son Efsane, Nisan 1999, 304 sayfa.

Yaşamımda ilk kez kendi kütüphanemi kurmaya başladığımda on sekiz yaşındaydım. Satın aldığım ilk bir kaç kitaptan biri de, ‘2001 Uzay Macerası’ idi. 1978 sonu idi. Cağaloğlu’nda Vilayet Konağı önünden kalkan C1 (Cağaloğlu-Rumelihisarüstü) otobüsünü beklerken okuyup bitirivermiştim. Kitabın filmi televizyonda gösterildiğinde, tarih Ocak 1987 idi ve üniversiteden mezun olmak için final sınavlarına hazırlanıyordum. Kendime yalnızca jeneriği seyretme hakkı tanımıştım. 1989’da ise, filmi videoda sıkıntıdan atlayarak seyretmiştim. Hep hayal kırıklığı… (Çocukça mı? Hayır. Bilimkurgu kitapları gerçekten ciddiye alan 1.000 kişinin olduğu bir ülkede MHP bu oyları alamazdı.)

2001’i ilk önce 1977’de K Yayınları bastı. Ardından 1983’te Deniz Kitaplar Yayınları (çevirenler: Selma Mine + Neşe Olcaytu, 233 sayfa). Sonra Ocak 1998’de 6.45 Yayınları bastı (çeviren: Özlem Atmaca). Telif hakkını alan Sarmal Yayınları’ymış. Tetralojiyi tamamlayan da o oldu. 1968-1997: Yazım yılları. 1977-1999: TC’de yayın yılları. İlk cilt filmin senaryosu olarak 1968’de yazılmıştı. Tüm best-seller yazarları gibi, A. C. Clarke da işin suyunu çıkardı.
Soğuk Savaş yıllarının kültürel geriliminin bilimkurgu yazarlarının yaratıcılığını körüklemesi hoş olmayan bir gözlem-gerçek. 1990 sonrasında yaratıcılıklarının sıfırlanması, daha da nahoş bir gözlem.

İnsanın zihinsel doğumu, bedensel doğumundan çok farklıdır. Birincisi, bir kerede olmaz. İkincisi, çok daha uzun sürer. Doğmamış bir zihin kekemedir. Bir üçüncü dünyalı yeniyetme okurun bilinci de öyledir. 2001’i ilk okuduğumda ben de öyleydim. O zamanki zihnimle düşününce, gün gelip Clarke hakkında böyle şeyler yazacağımı hiç sanmazdım.

Clarke entellektüel bir bunama içinde. Bunun asıl nedeni, Birinci dünyalı oluşu. İkinci neden, ölüme yaklaşışı. Üçüncü neden biraz paradoksal: Clarke, zamanında yapay  uyduların Dünya yörüngelerini ilk hesaplayan kişi olmuş; eğer patentlerini alsaymış dolar trilyoneri olurmuş. Doğruları dile getirmeyi kaçıran biri olarak, yanlış yapabileceğini aklına getirmeden, özellikle uzay asansörü konusunda zırvalama hakkını kendinde görüyor.

3001’in ardına 1997’de şöyle yazmış: “2001: Bir Uzay Efsanesi’nin filmi ve kitabı 1968’de piyasaya çıktığında, arkasının gelebileceği aklımın ucundan geçmemişti.” Kuyruklu yalan. Rama faciaları olmasaydı, okuyucu belki bunu yutardı ama şimdi asla…

Bir de şöyle demiş: “Belki de akıllı olmadan mutlu olmak, akıllı olup da mutlu olmamaktan iyidir. Fakat en iyisi, hem akıllı, hem de mutlu olmaktır. “  Behey Clarke, hiç mi Kierkegaard ve Kafka adını duymadın? İlki, haz verici olan mı, acı verici olan mı; estetik olan mı, etik olan mı, diye sormuş. İkincisi yanıt vermiş: Ölümle yaşam arasında seçim yoktur, gönüllü zorunluluk vardır.

Klişe tematikler ve irdelenmeleri:

·       Tanrı temasının bilimkurguda yeri yoktur. İnsanın Evren’e gitmesi, Dünya’da yarattığı kavramı, orada bırakması demektir.
·       İnsan zekası, tam ve asal değil, küsurlu (0<X<1) bir varlıktır. Bunun birden çok yorumu olabilir: Zekanın tamını Evren’de bulabileceği, diğerlerinin de pekala küsurat olabileceği, hepsinin birbirleriyle birleşeceği, insanın kısır bir tür olduğu, vd…
·       İnsan Evren’de yolunu bulacak değil, yolunu çizecek. Yüz yıllık uzaycılık serüveni, bu konuda yeterince ipucu vermedi.
·       Temalarda, ölmek üzere olan çok yaşlı birinin, Clarke’ın korkuları var. Sürekli reenkarnasyon teması işleniyor.
·       Clarke, tüm çok yazmışlar gibi, tema yinelemelerinde boğuluyor. Tanrısal müdahalenin insan eliyle defedilmesi, ‘Uzak Dünyaların Şarkıları’nda da var, ‘Beşik’te de… İnsanın kısır bir tür olduğu Son Nesil’de de var.

ÇIKIŞ


Bilimkurgu, güzelyazınsal türler içinde, zekanın, düşüncenin ve bilginin önemsendiği biricik türdür. Diğerleri duyguları önemser. Bilimkurgudan düşünceyi çıkarırsan, polisiye olur, avantür, gerilim olur ama  beyinsel soytarılık da olur. Soap-opera bilimkurgular böyledir. Bir zamanlar Kara Güneş’i yazmış bir Clarke’a; ne Rama’lar, ne de Odysse’ler hiç yakışmadı. Bir ustanın düşüşü, geçmişteki sadık bir okurunu çok üzüyor…

(Mayıs 1999)

HEP YUVAYA DÖNMEK vs. ASLA EV YOK : ANAERKİL KÜLTTEN MATRİYARKAL FAŞİZME YOL ALAN URSULA K. LE GUİN

 

ÖNDEYİ : ASLA EV YOK ya da ASLA UYMA


Kaç mektup?
Hiçliğe yazılmış…
Kaç gün?
Ölüme verilmiş…
Kaç yaşam?
Boşaltılmış…
Kendin misin?
Miydin? Miş miydin?
Ben? O? Biri? Bir şey?

Sormak, başkaldırmaktır. Şimdi, gerçekte-aslında bir düşünce atlasına gereksinimim var; aslında belki yaşayacak başka bir gezegene gereksinimim vardır. Eğer öyle bir şey varsa, geçmişte bir uzaycıydım. Şimdi bir evrenciyim. Işık hızından hoşlanmıyorum, çünkü madde veya herhangi başka birşey tarafından sınırlanmaktan nefret ediyorum. Bu bir metafizikçi olduğum anlamına gelmez. Ben bir aşkıncıyım / öteciyim.
(‘Metafizik Deyişler’in Öndeyişi, yayınlanmamış kitap, Reha ÜLKÜ)

 

·          

 

GİRİZGAH


MODÜLARİTE ve POST-MODERN İSTİF


Mimaride modülarite, parça-birimlerin yer değiştirebildiği yapı türünü imler. Alaturka mimaride ise, binalar istif usülü dizilir. İki anlamıyla: Bir: Yeni bir birim gerektiğinde eldeki yığının bir yerine tıkıştırılır ki bu mikro istiftir (cumbalar gibi). İki: İstanbul'’aki binaların yayılımı ise makro bir istiftir. Bu nedenle, kentin akış yolları ve kılcal damarları olan sokaklar yamrı yumrudur (bunun kendine özgü avantajları da vardır ama atılmayan taşla vurulan kuştur). (Bunun en ilginç örneği, İstinye’deki 4’ü çıkmaz olan 7 sokaklı kavşaktır.)

Yazında bunun karşılığı episodikliktir. Birbirinden bağımsız ve birbiriyle ilgisiz görünen metinlerde yinelenen ortak parçallar, onları birbirine bağlayabilir (burada miyadını doldurmuş yapısalcılık ve yapı sökümcülük kastedilmiyor). Ya da diğer türlü bir örnek: Yazarın biri, her biri bir sayfadan oluşan ‘n’ metni yere fırlatıp saçmış ve sonra onları toplayıp o sırayla basmış.

Burada bir şerh var: Metin sırası, okuma nedeniyle zaman dizisi kabul edilir. Metinlerde gerçek zaman akışının bozulduğu arada görülür. Ursula K. Le Guin’in ‘Mülksüzler’inde bu sıra ‘7-1-8-2-9-3-10-4-11-5-12-6-13’tür. Episodiklik ile, bu zaman dizisi durumu kastedilmiyor.

Okuyucu, kendi uygun okuma sırasını, ilk okumada olmasa bile, kendisi saptayabilir. Bu sıra, sonraki okumalarda değişebilir de… Farklı dillerdeki okuyucular için de uygun okuma sıraları değişebilir. Bunların tüm dağılımını saptayacak listeler henüz elde yoktur. (Başka dillerdeki çeviri Tao-Te-King’leri Çince’ye yeniden çevirmeye gönderme.)

Tüm bunlar, post-modern dönemde ortaya çıkan, ‘ne olsa gider’ ve/ya ‘herşey sanattır’ ayırtsızlığının getirdiği metin istiflemesine şerh içindi. Romana baktığımızda episodik sayılması için çok dağınık olduğunu görürüz. Dişil yumuşaklık, metinlerin içeriği denli, biçimini de belirlemiş: Aşırı gevşek örüntü. Alıntılanan bölüm dışında, genelde anlambilimsel bir tıkanıklık, hatta absürdlük var. Birşeyler diyecek de, sözü bir türlü toparlayamıyor gibi…

‘Daima Yuvaya Dönmek’ aslen 3 bölümlü, doğrusal zaman akışına uyan bir anlatı. Diğerleri, ona eklemlenen parçalardan oluşuyor. Sıralarından çok birikimli etkileri önemli. Belli bir miktar metin okununca o kültürün duyguküresi canlanıyor. Bu miktar okuyucudan okuyucuya değişecektir. İngilizce özgün metni okuduğum 1995 yılında bende anlatının birinci bölümünün üç paragrafı ertesi oluşmuştu, çünkü ‘geleceğin arkeolojisi’ ve ‘atom bombasından dolayı dünyadan özür dileyen ilk ABD’li’ parçaları beni çok etkilemişti. 2002 yılındaki Türkçe okumada ise, üçüncü bölümün son üç paragrafı aynı etkiyi yarattı.

HÜMANİZME İLİŞKİN


Herkes insan sevgisini, yani hümanizmi savunur. Oysa dünyada gereğinden çok sevgi var, Hitler’i üretecek kadar, bende de gereğinden çok sevgi var, beni onurlu bir faşist kılacak kadar…

Sevginin karşıtı nefret değil, acıdır. Acının karşıtı, sevgi değil, bilgidir. O nedenle tüm bu duyguların karşıtıdır ki buna ‘di-triyalektik’ de denebilir.

O nedenle, sevgi kişiyi, insan sevgisi dahil, cahil ve aptal kılar. O nedenle dünyadaki insanlar, cahil artı aptaldır ve birbirlerini severek öldürürler. Bilgi savaştır, barış değil; bilgi erkektir (eril ya da ataerkil denmiyor), kadın değil…

Ursula K. Le Guin, tüm eserlerinde aşırı sevgicidir ki bu onu tüm dünyanın anası olmaya yeltenen bir matriyarkal faşizme götürür. Anaerkilliğin barışçı ve şiddet dışı olduğu, doğaya geri dönüşün insanları daha barışçıl yapacağı gibi informatik-kognitif eksi değerleri ona ürettiren bu bakış açısıdır. O nedenle, bilgisel evrime karşıttır.

MATRİYARKAL FAŞİZM


Faşizm, ataerkil altkültürün ölümcül uç oluşumlarından sayılır. Kimsenin aklına anaerkil faşizmler de olabileceği gelmez. daha doğrusu gelmezdi. 1968 dönemi feministlerinin aklına geliverdi, çünkü kadın komünlerinin çok hızlı matriyarkal faşizmler üretebildiğini gördüler. aslında, daha topalma kampları döneminde de benzeri durumlar gözlenmişti. ironik olan, Kafka’nın Milena’sının bu durumu belirtmiş olması, yani kimse ona yalan söylediğini önesüremez.

İktidar ve yönetim, çabucak faşist otoriteler üretir. Kadınların gönüllü asker olmasını anlayabiliyor musunuz ya da başbakan? Ezilenken zulümden yakınanların güç ellerine geçince neler yaptığı ortada, kadınların da… Kadınların ataerkil toplumlardaki köleliği daha çok işin kolayına kaçmak. Fırsatını bulunca da, Hürrem Sultan oluveriyorlar.

Ursula K. Le Guin bu konuda ikilemde ve ikircikli davranıyor. Matriyarkal faşizmi görüyor ama söylese, hem kendi erkekleri patriyarkal değil, hem de hemcinsleri onu tefe kor. Onun kesin ve sert matriyarkal faşizmi, düşüncenin önüne duyguyu, evrimin yerine doğaya dönüşü, an-an-arki yerine matriyarkiyi öne çıkarışında… Anlatan Taş, tam bir kadın otorite…

‘Mülksüzler’deki idealist kadın-erkek ilişkisine 3 karşısav var: Bu kitap, Venüs-X (İthaki Yayınları) ve Triton (Metis Yayınları). Bunun tartışmasının bir bölümü, ‘Ütopya-Heterotopya-Otopya’ metninde yapıldı. Konu hala sonuca bağlanmadı. Sonul savı ancak 60’ımda yazmışabileceğim.)

GELİŞME

 

FATAL METAFORLAR


Mecaz  (öyle denilen) doğrudan anlatının sınırlarını zorlar. Eğretileme bizi kimi cehenneme götürür. ‘Mülksüzler’de olduğu gibi, Le Guin’i de çıkış savının tersinin kanıtına götürüyor.
7 metafor seçilmiş: Savaş, hükümdar, hayvan, makine, dans, ev, yol. 4’üne odaklanmayı yeğledim. Kitaptaki sıraya sadık kaldım (Sayfa: 490-492.) Benim sıram ‘dans-savaş-yol’ olurdu. ‘Ev’i de yazmazdım ama kitabın ana sözcüğü o, yazmasam boşlukta kalırdı.

·          

Eğretileme : SAVAŞ.
Neyi oluşturur: MÜCADELE.
Savaş olarak evren: Varlığın hiçlik üzerindeki zaferi. Savaş alanı.
Savaş olarak toplum: Zayıfın güçlüye boyun eğmesi.
Savaşçı olarak kişi: Cesaret; kahraman.
                Ölüme karşı zafer olarak tıp.
Savaşçı olarak zihin: Fatih.
                Denetim aracı olarak dil.
Savaşta insanın diğer varlıklarla ilişkisi: Düşmanlık.
Savaş imgeleri: Zafer, bozgun, yağma, harabe, ordu.

Yorum:

Savaş olarak evren: Ma’nın, yani eksi sonsuz hiçliğin artı sonsuz varlık üzerindeki zaferi. Burada, cansız ve atomsuz ötedezka olanakları kastediliyor ki hepsi de birinci dereceden algıladığımız evrenin yok olması demek, Dünya gezegeni ve doğa gibi…

Savaş olarak toplum: İstatiksel ve görüngüsel büyük sayılar kuramının doğrulanması. Tümevarım, tümdengelimi doğrulamaz.

Savaşçı olarak kişi: Gönüllü zorunluluk.
Savaşçı olarak tıp: Klonlama ve kafa nakli.
Savaşçı olarak zihin: Bilimkurgu, gelecekbilim.
Öteleme olarak dil. Enazından matematik ve mantık.
Savaşta insanın diğer insanlarla ilişkisi: Rakibine saygı.
Savaş imgeleri: Dans.

·          

Eğretileme: DANS.
Neyi oluşturur: MÜZİK.
Dans olarak evren: Uyum. Yaratım / yıkım.
Dans olarak toplum: Katılım.
Dansçı olarak kişi: İşbirliği.
                Sanat olarak tıp.
Dans eden zihin: Ritm, ölçü.
Dilin bağ kuruculuğu.
Dansta insanın diğer varlıklarla ilişkisi: Yatay bağlar.
Dans imgeleri: Adam, figür, süreklilik, uyum, sarmal.

Yorum: Dans müziği kesinkes oluşturmaz. Devinim ve durgu dansı oluşturur, kimi müzik dansı oluşturur, kimi yalnızca yardım eder. Devinime beste yapılabilir. Besteye devinim tasarlanabilir.

Toplum katılımla değil, katılmamayla dans eder. Katılım bağlayıcıdır. Bağlayıcı toplum faşizmdir ve eksi toplamlı bir oyundur.

Dans eden kişi, tek ise, normatif bir katatoniye geçebilir.
Akupunktur, çıplak ölüm (Şibumi’deki), ibadet olarak dans (ki o da (ruhu) iyileştiricidir).

Dans eden zihin ilkin ölür, sonra yeniden doğar, tabii eğer becerebilirse. Zihin dansı ne ritmiktir, ne de ölçülüdür. Nicel değil, niteldir.
Dans eden dil: Duygu sözcükleri, beş duyu-dil akışımları.

Dans asla kesin uyum demek değildir. Yaratım ve yıkım da, birbirinin karşıtı değildir.

Dansta, insanın diğer varlıklarla ilişkisi temastır. Dans dokunmayı öğretir ki bu yüzyüze gelme karşılaşma için ilk adımdır.

Dans, ne figürseldir, ne de süreklidir, o nedenle spastikleri de dans ettiriyorlar artık. Sarmal da, en büyük uyumsuzluklardan biridir.

·          

Eğretileme: EV.
Neyi oluşturur: KALICILIK.
Ev olarak evren: Bir konutun odaları.
Ev halkı olarak toplum: Birlik içinde ayrılık. İçerme / dışlama.
Ev sahibi olarak kişi: Benlik.
                Koruyucu olarak tıp.
Ev sahibi olarak zihin: Ait oluş.
                Kendini evcilleştirme aracı olarak dil.
Evde insanın diğer varlıklarla ilişkisi: İçerisi / dışarısı.
Ev imgeleri: Kapılar, pencereler, ocak, yuva, kasaba.

Yorum:

Dişil kipte evi mülklenmeye dikkat. ‘Mülksüzler’ diye bir roman yazan birinin bunu yapması tuhaf…
Ev halkı olarak toplum: En küçük ölçekli sivil ve iç savaş (ki İngilizce’de her ikisi de ‘cicil’ sözcüğüyle karşılanır). Aynı zamanda en küçük ölçekli ordu.
                Huzurevi tıbbı ya da geriatri.
Ev sahibi olarak zihin: Kabuktaki hayalet.
                Dilin tüm olanaklarını haritalamak.

·          

Eğretileme: YOL.
Neyi oluşturur: DEĞİŞİM.
Yol olarak evren: Gizem; dengeli hareket.
Yol olarak toplum: İnsan olmayana öykünme; eylemsizlik.
Yolcu olarak kişi: Dikkat.
                Dengeyi koruyan tıp.
Yolcu olarak zihin: Kendiliğindenlik, kesinlik.
                Yetersiz kalan dil.
Yolda insanın diğer varlıklarla ilişkisi: Birlik.
Yol imgeleri: Denge, tersine dönüş, yolculuk, geri dönüş.

Yorum:

Yol, değişimi değil, başkalaşımı oluşturur. Değişim, dönüşüm ve başkalaşım ayrı şeylerdir.

Yol olarak evren evrimötedir. Metafiziktir. Evrenin yolu dengesizdir.

Yol olarak toplum bir çıkmaz sokaktır. İnsan olmayana (yani insan öteye) öykünme bilimkurgudur. (Le Guin’in peşpeşe yaptığı ölümcül dil hatalarına dikkat.) Bilimkurgu düşüncesel eylemlerin en haslarından birisidir.

Yolcu olarak kişi; ayrılır, kopar, çözülür, köksüzleşir, gider, yabancılaşır, insan-değilleşir, başkalaşır.
Tıp dengeyi korumaz. İntihar ve ötenazi dengesizdir (homeostaziyi bozar) ve tıbbın en hasıdır.

Yolcu olarak zihin: Doğaçlama. Doğaçlama, çok çok nadiren kendiliğindenlik içerir.
Dil, yola çıkmadan önce de yetersizdir, zaten yola düşmenin nedenlerinden biri de odur. Yolda da dil yetersizdir ama sürekli dil değişir. Le Guin’in deyimiyle hep aynı dil kullanılmaz. Babası ve kocası antropolog olan birinin bu hatayı yapmaması daha uygun olurdu. Antropolog üzerinde çalışacağı bier toplum bulduğu andan başlayarak dilin dışına çıkar, tıpkı bilimkurgu deneyen dtüm yazarların olmayan ülkeler, nesneler adlandırmaları gibi ki bu romanda yapılan da tastamam budur.
Yolda insan diğer nesnelerle mesafelik bir koşutluk içinde yürür. Ne onların hacmine girer, ne de onları kendi hacmine sokar.

Yolculukta asla geriye dönüş yoktur.


·          

 

ÇIKIŞ


Dünya insanı ev gezegeni değildir. İnsanın aslı yoktur. Asla uyum yoktur. Evrim, uyumsuzluk, savaş ve evsizliktir ama yolculuktur da…

 

İKLİM YÜREK BUZU

 

Le Guin’in ‘Karanlığın Sol Eli’sini okuduğumda yüreğim üşümüştü, bir de Anna Cavan’ın ‘Buz’unu… Erkeklerin dünyasında ne denli imtiyazlı yaşasalar da, libido frijidi kalmış 2 kadın ve bunun faturasını (kendilerinkine değil ama yani babalarına ve kocalarına değil) erkeklere kesiyorlar. Bunu da gayet süperegosal bir yoldan yapıyorlar: Yazarak… Slyvia Plath ise çizgide dürüst kalıyor ve intihar ediyor. Bunlar entellektüel kadınlar… Bir de Peter Handke’nin ve Paul Feyerabend’in anneleri var. Sıradan kadınlar ve her ikisi de intihar ediyor.


Kadınların iklimi, toktağan yürek buzu ve vebali erkeklere ait değil… Erkeklerin şiddetine dahil olmamak uğruna oluşturulmuş on bin yıllık dişil külte ait…

Bu kitap da üşüyor ve yürek üşütüyor…

SORU


Ursula K. Le Guin, New York Dünya Ticaret Merkezi İkiz Kuleleri 11 Eylül 2001’in Hiroşima 6 Ağustos 1945’i ödemesi olduğunu ve Nagazaki 9 Ağustos 1945’i de ödemiş olması için, ondan ondan çok daha fazlasının gerekeceğini hiç düşündü mü?

Düşündüyse, söyleyebildi mi?
(Şubat – Mart 2002)

ÜTOPYA - HETEROTOPYA - OTOPYA

Triyalektik Bir Okuma İle Poliyalektik Bir Küsuratlı Mantığa Ulaşma Çabası

Kaynaklar:

Ursula K. La Guin, Mülksüzler, çeviren: Levent Mollamustafaoğlu, Ağustos 1997, beşinci basım, 350 sayfa, Metis Yayınları.
Samuel Delany, Triton, çeviren: Metin Çetin, Aralık 2000, 400 sayfa, Metis Yayınları.

Ütopya


‘Mülksüzler’i ilk okuduğumda 1990 yazıydı. O günden bu yana onun üzerinde kez okudum. Her kezinde beni farklı etkiledi. Ana eklemler:

·         Romanın esas kahramanı bir erkek.
·         En önemli idol ise, bir kadın ama ölü.
·         Kadın-erkek karşıtlığı, tam da erkeklerin kadınlara bakış açısını içeriyor: Erkek entellektüel ama kadın yaşamcıl…
·         ‘7-1-8-2-9-3-10-4-11-5-12-6-13’ gibiki bir zaman dizisi ise, henüz hiçbir edebiyat yapıtında görmediğim bir zaman kurgusu içeriyor. Mekan kurgusu da özgün ama tasarlanabilir durumda kalıyor…

Heterotopya


Michel Foucault (kitaptaki alıntıdan ayıklanmış alıntı): “Ütopyalar söylemlerin oluşmasına olanak sağlar ve dilin en belirgin özelliklerini içinde akar. Heterotopyalar konuşmayı kurutur, sözcükleri yolunda durdurur, dilbilgisinin olanaklarına kaynağında karşı çıkar ve mitleri yıkar.”

Romandaki ‘hetero’, en çok cinsellikteki ‘öteki’ye gönderme yapıyor; öyle hedeflese de, dili dağıtmıyor. Katastrof Kuramı’nı ve Muğlak Mantık’ı teğet geçerek ıskalıyor. Cinsellikteki ondalıklar, yani küsurat, tam sayılar (ya da birler), yani ‘kadın’ ve ‘erkek’ değildir.

Eksik olan, yalan aldatma, kıskançlık gibi işin çirkin yüzleri… Bir tek finalde yalan var. Oysa, gerçek yaşamda kadın-erkek ilişkisi (aslında aile, yani anababa-çocuk ilişkisi de) yalan dolandan ibarettir. Hemen tüm iktidar söylemlerinin kaynağıdır, dolayısıyla faşizmin de… Kimse demokratik bir kadın-erkek ilişkisinin nasıl bir şey olacağını sormuyor. Tabii ondan önce ‘ben neye eşitim’ sorusunun yanıtlanması gerek ki denklem iki taraflı olarak kurulabilinsin.

Heterotopyanın ironik ikilemi, aslında ütopyanın yapması gerekeni yapması ve matematiksel bir söylem düzleminde seyretmemesi (her ne kadar  onu sürekli ihlal ediyorsa da)…

Altbaşlık: Post-modern Muğlaklık


“A eşittir B demek; A, B ile karıştırılıyor, demektir.”
Yazarın Andy Warhol’u tanıyıp tanımadığını çok merak ettim. Romanın yazıldığı yıl, tam da ABD’nin post-modernizmi zirveye çıkardığı yıldır (bunu 25 yıl sonra saptadığımı belirtmek gerek.) Warhol da anlamsal açıkseçiklik olmadığını önesürerdi.

Otopya


Benim seks ütopyamın, yani otopyamın temel özelliği, birbirine eklemlenen, yani yaşam pratiğinden dolayı istiflenen boş kümelerden oluşmuş olmasıdır… ‘Poliseksüel-agamist’ de denebilir, ‘aseksüel-poligamist’ de… Çünkü çoğulluklarım ve değillemelerim, istemeden ana akış çizgisinin dışına kaydı.


Başka bir gezegen mekanı, bende / zihnimde tamamen ‘de facto’ bir durumdu. Dünyadan nefret ediyordum. O zamanlar başka gezegen sistemleri olduğu bilgisine henüz ulaşamamıştım, onun için beynim yeni bir gezegendi.

‘Bir’in bulunması, tarihte altı bin yıl aldı ama ‘sıfır’ın bulunması, dört bin yıl daha aldı. Cinsellikte bir nedir? Sıfır nedir? Bir, iki midir? Cinsellikte bir ve iki bulunmuştur ama sıfır henüz bulunmamıştır. Sıfır nedir? Her iki cinsteki aseksüalite mi? Frijidizmi mi(tanımlanmamış olarak erkekteki hali de dahill)? Yumurtlamayan dişi mi (yarışma için aybaşını geciktiren sporcudaki gibi)? Menisiz erkek mi? Her iki cinsteki kısırlar mı? Platonik cinsellik mi (aşktan söz edilmiyor)? Evliliksiz çocuklar mı, çocuksuz evlilikler mi?

 

Ütopya x Heterotopya


İki roman arasındaki temel çelişki / çatışkı yazarlarının cinselliğinde. Tuhaf olan, erkek olanı daha sonra yazmış ve kadına atfedilen dolambaçlılığa çok haiz. Ama Le Guin’in o loş, ayaz, derin cinsellik anlayışı bir tuhaf ve benzersiz…
Erkek yazarın saptadığınca, kadın tam sayı iken, erkek yazar küsuratlı… En basiti, cinsellik düalizminde / diyalektiğinde ellinin üzerinde olası durum saptıyor. ‘homo x hetero’, ‘a – mono – bi – tri- poli’, ‘bio – nekro’, ‘pedi – x – geri’, ‘homo – zoo’ seçenekleri yeterince, permütasyon ve  kombinasyon içeriyor zaten… Bunlara bir de tek bir kişinin zaman içinde alabileceği onlarcaya varan konum eklenirse, işin nerelere varabileceği hesaplanabilir. Üstelik; bunların hepsi dünya tanımlı, Güneş Sistemi dışı olasılıklar yok / tanımlanmamış.

Otopya x Ütopya-Heterotopya


Otopyamın özgünlüğü, boş kümeliğinin onların dolu kümesini değilleyebilmesi… Değilleme, onların elden kaçırdığı yeti… Kendi yeranlarıyla çok kısıtlılar, aşkınlık ötelemeleri yok… Metnin 1970’lerde yazıldığı sırıtıyor, keza Doris Lessing’inkiler de öyle (Canopus Arşivleri)… Neden belli: Beklemedikleri bir başkalaşım geldi, onlar değişimi ıskaladılar ve kültürel fren işlevi gördüler. (Lessing 25 yıl sonra, feministlerin erkeklere çok haksızlık ettiğini söylemiş.)

İkirciklilik Bunun Neresinde?


Her iki roman da ikircikli filan değil… Ana akış söylemine kendi ana akış söylemini dayatıyor yalnızca… Aradan geçen 25 yılda ikisinin de mit olmasından belli değil mi? (Kaldı ki kendi geleneğini yaratıp orada kalan öncü, yani yalnızca yeni bir gelenek olmak, yalnızca bilimkurguya değil, örneğin modern dansa da özgüdür.)

 

Kaosa ve Geçici Muğlaklığa Çıkış


‘Mülksüzler’ eleştirimde belirtmiştim. Diyalektikten triyalektiğe geçiş, tam sayılı Aristo Mantığı’nı kendiliğinden terk etmek anlamına gelir. Bugünkü matematik, nedense küsurata kendiliğinden kaos kaplamı / kapsamı yüklüyor.

Kaldı ki bir düzen bozulduğunda, küsuratlı düzenler yerine, kargaşa çıkması da tarihçe momentleriyle çakışıyor.

Kadın başlamadı. Başlamasının gecikmesi üzücü ama başlayacağı da besbelli. Ortalık sallanıyor. Artık Dünyada milyonlarca özgür kadın var. Tüm istatistiklere karşın, içlerinden biri ikisi mutant olacaktır. En uygun örnek, bilimkurgu romanı yazarı kadınların olması…

Bu sav-karşısav ikilisi, tanım söylemini yanlış yerde kurmuş. Elbette yenileri de kurulacaktır.

(Eylül 2001)

ASİMOV’U ANMAK

BİYOGRAFİ ve BİBLİYOGRAFİ


Asimov, 1920’de Bakü’de doğdu. O iki yaşındayken ailesi ABD’ye göçtü. 4 yaşındayken vatandaşlık hakkını kazandı. Yaşamını sadık bir vatandaş olarak sürdürdü ve tamamladı. Eğitimini kimya alanında, en üst akademik düzeyde tamamladı. Uzun süre, saklı başka bir görevi olduğu belli olan devlet kurumlarında çalıştı.
Yazarlığa, 18’inde gibi erken bir yaşta, ‘Astonishing Science Fiction’ dergisinde başladı. Çoğu roman olmayan, bir bölümünün yalnızca editörlüğünü yaptığı, 400’ün üzerinde kitap yayınladı. 1980’lerde ısmarlama kitap yazdı. ‘Robot’ ve ‘Vakıf’ dizisi de bundan payını aldı. Daha yaşasaydı, devamlar da yazar mıydı, merak konusu…
Asimov, 1992’de öldü.

‘VAKIF’ YEDİLİSİ


Asimov, bilimkurgu tarihçesinin, neredeyse en uzun zamansal kapsamlı, gelecek tarihi örneğini yazmıştır. İlginç olan yönler; romanların başlangıçta öyküler olarak yazılması, kendi iç kronolojileriyle yazılış sıralarının tutmaması (ve bunun küçük öyküsel tutarsızlıklar yaratması), son konusunda zaman içinde yazarın düşünce değiştirmesi,  en sonunda da öyküyü açık sonlu (devamı yazılmak üzere değil de, ütopyadan kuşku duyularak) bırakması… Sonuçta, öyle olmasını yazarının hiç de istemeyeceği, kayan zeminli bir bütün ortaya çıkmıştır.
‘Vakıf’ dizisinin ana teması, bir uygarlığın çökmesi ve yerine yeni bir uygarlık kurulmasıdır. Çekirdek üçleme (sonul olarak 2-3-4), Roma İmparatorluğu tarihini esas almıştır (bunu kendisi belirtir). Ancak, o yıllarda tarih bilgileri çok cılızdı ve yaklaşım çok skolastikti. O nedenle, Asimov'da tarih anlayışı, antropomorfik,  teolojik ve teleolojiktir; yani kaotik evrimi hesaba katmaz, insanlığın var olma nedeni ve bir zorunlu amacı olduğunu kabullenir. Bu da, ortaya ikirciklenilirse, pekala ‘faşist’ olduğu söylenebilecek savlar dizisi çıkarır.
Ana gidiş, (kitapların başı ve sonuyla uyuşmayan) üç aşamadan oluşur:
1. Tezin oluşması.
2. Antitezin oluşması ve tezle çatışması. + Bir istisnanın ortaya çıkışı ve bertaraf edilişi
3. Sentez yerine, üçüncü şıkkın ortaya çıkması, ardından dördüncü, ardından beşinci şıkkın ortaya çıkması ve sonunda (çok kısa bir biçimde belirtilen) konunun boşluğa açılması.

Temel Öykü

İnsan türü, Samanyolu Galaksisi’nin tümüne yayılmıştır. Bir imparatorluk kurulmuştur ama sonuna da yaklaşılmıştır. Bilimci Hari Seldon, kendisinin mucidi olduğu ‘psiko-tarih’e dayanarak, karmaşa dönemini on bin yıldan bin yıla kısaltacak ve yeni bir düzen-devlet (: Galaksiya) kurulmasını sağlayacak bir proje uygulamaya başlar. İki Vakıf kurar: Biri teknolojik, diğeri pşisik güçleri kullanacak olan iki güç-iktidar odağı. İkisi de, birbirinden bağımsız ve başlangıçta habersiz olarak gelişir. Araya ikisini de neredeyse alt edebilecek olan mutant Katır girer. Gidişatı değiştiremez. Devreye Gaia girer. Yönetimi ele alır. Öyküye sonunda, ‘Robot’ dizisinin, insanlardan çok insancı ideal kahramanı Daniel Olivaw girer. Sonuçta öykü, Galaksiya’nın kuruluşunun kesinleşmesiyle ama diğer galaksilerdeki olası güçler hesapdışı bırakılarak bitirilir.

Ayrıntılar


·         İnsanlar, tüm yönetilenler gibi, edilgindir. Kriz anlarında Seldon’un, öldükten sonra bile, ortaya çıkıp çözüm getirmesini beklerler.
·         Tarihteki özel kişiler / durumlar / olaylar sorunsalı yanıtlanmadan bırakılır. ‘Katır’ örneğinde ortaya çıkan istisnaların kuralı bozup bozmadığına Asimov da karar verememiş gibidir.
·         Kadınlar konusunda Asimov klişecidir. Onları edilgin ve duygusal yaratıklar olarak tanımlar.
·         Asimov, Uzakdoğu Asya metafiziğini yaşlılığında duymuş gibidir. ‘Gaia’ konuya 1980’lerde zınk diye girer. Gerçi bu biraz da üçlemenin bir sonuca bağlanamamışlığındandır da…
·         Asimov’un kahramanları çook konuşurlar.

Klişeler


·         Robot söylemi-klişesi: Asimov için robotlar, neredeyse marksizmin emek sömürüsü çelişkisini şıp diye çözecek denli yararlıdır. ‘Kötü’ robotlar, çok istisnadır. Tüm bunları da sağlayacak olan, yalnızca ‘üç robot yasası’dır. Üçü yetmeyince, sıfırıncı yasayı icat etmek zorunda kalır ama hepsi de uygulanamaz biçimde totolojiktir.
·         Antropomorfik klişe: Tarihin uzayda da, evrende de ev-gezegen Dünya’daki kurallarla işleyeceği takınağı ki neredeyse tüm bilimkurgu yazarları da aynı açmaza gönüllü girerler.
·         Ütopizm klişesi: Sonul ideal sanrısı. İnsan türünün varacağı sonul bir aşama varmış gibi düşünülür. Ne evrim tarihi hesaba katılır, ne de başkalaşımlar tasarlanır.

Sahte Bilim Göstergeleri


·         Pozitronik beyin: Nasıl bir şey olabileceğine ilişkin en ufak imada bulunulmaz.
·         Telepati: Düşünce aktarımını, telsiz telefon yerine koyan bir anlayış sergilenir.
·         İstatiksel modelleme: Meteoroloji ve büyük sayılar yasası birbirine karıştırılır. Zamansal limit, milyonlarca yıldan yirmi bin yıla, nüfus trilyonlardan yüz milyara indirilir. Bir çok yerde aynı parametre için farklı nicelikler verilir.
·         Dünya tipi gezegenler: Yüz milyar yıldızlı bir gökadada, Dünya türü insanların yaşayabileceği gezegen sayısı, değil on milyonu, bir kaç yüzü bile bulmayabilir. Merkez dışılığın yüzde onluk, tek güneşliliğin yüzde onluk, ikinci kuşak yıldız olmanın yüzde veya binde birlik, bir yıldızın ortalama yaşamının yüzde onluk, gezegenliliğin yüzde onluk veya birlik, gezegenlerin dünyasılıklarının yüzde onluk veya birlik katsayıları, vb çarpılınca, geriye pek bir şey kalmadığı kolayca görülebilir. Bu hesabı Asimov da yapabilirdi ama işine gelmezdi.

Kesinkes İtirazlar


·         Sinir bozucu bir biçimde Asimov’un bunu ısmarlama bir ideoloji yaratmak için yazdığı kuşkusu var bende. Çoğu bilimkurgucu, Soğuk Savaş döneminde kitleyi etkilemek için, isteyerek veya bilinçsizce, medyatörler gibi çalıştı. Dünya- dışı denilen, doğrudan sosyalist ‘İkinci Dünya’ idi.
·         Tarihte aynı yeranda asla yalnızcave yalnızca iki tez olmaz. Kant-Hegel-Marx dizisi geçersizdir. Hegel’in kendisi de bile, kuralı bozan örnekler tasarlamıştı.
·         Bilim-metafizik çelişkisi-çatışması, bu denli çocuk saçması düzeyinde değildir. Bilim, pek çok zaman metafizikten başkalaşmıştır ama bunun dinamikleri vardır ve çoğu modellenememiştir. Bilgisel olarak ortalığı bulandırmak, ne bir bilimciye, ne de bir bilimkurgucuya yakışmaz.
·         Evrim, uzayda hem bambaşka bir kategori olacaktır, hem de gelecek tarihini, özellikle yıl 4500 sonrasını, kendisi de başkalaşarak etkileyecektir. 10.000 yıl sonra insan bu tür bir bedenle yaşıyor olmayacak. Unutmayın ki yıl 2000’de kafa nakli gerçekleştirilmişti bile…

ÇIKIŞ


Asimov, popülist ve sahte bilimciydi. Daha da önemlisi, bence devlet ajanıydı. Yine de; dış etkilerle de olsa, metin konusu projeyi elli yılı aşkın bir süre sürdürdü ve tamamladı. Unutmamak gerekir ki o bu işe başladığında yıl 1939’du, yani Dünya’nın gördüğü en büyük savaş olan 2. Dünya Savaşı’nın başladığı yıldı. Geleceğin tarihini yazmak, bilimkurgu yazarlarının aklının ucunda bile değildi. Sonuçta geriye, bir tez - bakış açısı - sistematik bıraktı. Biliyoruz ki o şimdiden geçersiz ama Aristo Mantığı gibi referans oluşturabilecek kapasitede, enazından 2100’e dek…
Bu çabaya saygı…

(Ekim 1999)


‘MÜLKSÜZLER’ ÜZERİNE

Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Çeviren: Levent Mollamustafaoğulları, Metis Yayınları, İstanbul, Mart 1990, 1. Basım, 313 sayfa.

İlkin kitabın adı: Neden Mülksüzler? Önsözde açıklanıyor. Eğer ‘Ecinniler’ ve ‘Possessed’, aynı Dosdoyevski metninin Türkçe ve İngilizce karşılıkları olursa, Mülksüzler rahatlıkla ‘Dispossed’in karşılığı olabilir. Çeviri sorunu yerine, adın kapsamı üzerine gidilecek. Mülk, Birinci Sanayileşme’nin meta ekonomisi determinist sistemleri olan Kapitalizm-Komünizm karşıt ikili düşüngülerinin temel karşıtlık parametrelerinden biridir. Olgunun tarihsel perspektifi yerine, mülkün dayandığı varsayımlara yönelelim: Üretim tüketimden azdır ve herşey para ile satın alınarak sahiplenilir ve mülk edinilir, der Kapitalizm. Üretim tüketimden azdır ama herkes çalıştığı (ürettiği kadar değil) kadar alır (kullanır, tüketir, sahip olur?) ve kimsenin özel mülkü olamaz, der komünizm. Mülksüzlük için komünist veya anarşist (veya her ikisi birden) olmak gerekmez; din veya başka nedenlerle bunun uygulamaya konduğu toplum örneklerine tarihte rastlıyoruz. Oysa biz, buradan ve şimdiden söz ediyoruz. Komünizm mülksüzlüğü toplumsal bir sorun sayar ve ütopik uzak bir geleceğe erteler. Oysa mülkiyet, bireyle ilgili bir sorundur da. Bugünün Dünya’sında, Birinci Sanayileşme’nin (1750-2000) sonunda şunu sormalı: Kim mülksüzlüğü tam da kendi yaşantısında gerçeksemeyi dener? Nerede gerçek bir an-anarşist?
Kitabın türüne geçelim: İkircikli bir bilimkurgu. Neden ikircikli? Öyle metinler vardır ki yazanını yazdıktan sonra çıkış veri tabanının tersine ulaştırır: Örneğin, sevgiye inanarak bir aşk öyküsü yazarsınız, bir de bakarsınız ki öykü bittiğinde aşkı değillemişsiniz; o zaman başına ‘ikircikli bir aşk öyküsü’ demek uygundur. Roman sonuna varıldığında başlangıç önermelerinin bir bölümünü fesh ediyor ama oldukça üstü örtülü bir biçimde (örneğin ütopyaların vadelerinin dolacağı). Neden ütopik? Herşeyden önce çifte ütopik: Biri, başka bilimkurgu romanlarında, örneğin G. Orwell’in ‘1984’ünde ve İ. Asimov’un ‘Triloji’sinde olduğunca karşı ütopya kılınmış Urras (ABD-SSCB); diğeri, kuşku duyularak ütopik olduğu belirtilen Anarres (ilkel komünal toplum).
Urras için: Ne zaman iki karşıt sistem çatışsa, ikisi de ortadan kalkar, der ‘Ben, Robot’ta İ. Asimov. İki karşısav karşılaşınca sentez veya dekadans oluşur ya da karşıtlıklarıyla özdeşlikleri ayırtsızlaştırılarak çelişki tasfiye edilir, der (veya kasteder) Hegel. Anarres için: Yoksul güzeldir, acı çeken doğru kalır, der tüm çileci metafizik öğretiler. Bu, Asya İç / Zihin Metafiziği’nden farklıdır. Avrupalılar, Lao-Tzu’dan bu yana, Antik Yunan Diyalektiği ve 1968’deki Zen kaçıklığı dahil, bu felsefi sistematiği ancak parçalarında teğet geçerler; çünkü sentetik değil, analitiktirler. Oysa bütün, sentetik-entegre bir düşünce biçimi gerektirir. Örneğin, diyalektiğe böyle bir yaklaşım deneyelim:
Diyalektik ikili karşıtlıkların etkileşimini inceler. Aynı yeranda yalnızca iki karşıt sav ve tek bir süreç olabileceğini örtük olarak varsayar. Oysa, çoğul-değişik süreçler de oluşabilir:
1.        Sav ve karşısav bireşir. Burada, bireşim hem sav, hem karşısav ve ne sav, ne de karşısavdır.
2.        Sav ve karşısav birbirini bozundurur, dekadans oluşur. Bozunum limitte tümel faşizme/engizisyona yolalabilir.
3.        Savın ve karşısavın karşıtlığı ortadan kalkar. Ya gözardı edilen veya ‘ceteris paribus’ tutulan etkenler, değişmeye başlar; ya da yeni parametreler/boyutlar sisteme girer. Bu durumda karşıtlık, çelişki ve/ya çatışma, fesh/tasfiye edilir. Karşıtlıklar özdeşlenir, bir ileri adımda özdeşlikleriyle karşıtlıkları da özdeşlenir. Bunu limit sonsuza götürürsek, henüz adı konmamış, nitelikçe farklı bir kavrama ulaşırız.
Devam edelim: Eğer, ikiden başka/çok parametre düşünürsek, triyalektik ve poliyalektikten sözedebiliriz. Anarres ve Urras triyalektiktir. Urras’taki A-İo (Atlantis / ABD / Atina-İyonya mı?) ve Thu (Mu / SSCB / Sparta mı?) birbirinin karşısavıdır. Anarres, Urras'ın karşısavıdır; dolayısıyla hem A-İo’nun, hem de Thu’nun karşısavıdır ve tersidir de. Sonuçta, aynı anda diğer ikisine karşıt üç karşı(t)sav sözkonusudur. Diyalektiğin bittiği (veya triyalalektiğe aştığı) yer, ütopyanın ve karşı ütopya karşıtlığının da bittiği yerdir. Triyalektiğin başlayıp sürdüğü yerde ise, ancak soru soran, kuşku duyan, ikircikli bir ütopya varolabilir. Bu açık uçlu söyleme, romanda Anarres ve Urras’ın yanısıra, Arz ve Hain parametreleri sokulur. Özellikle Hain (nereye gönderme: aslına ihanet mi, asıl yoktur mu?, sonradan şerh: İngilizcesi de ‘Hain’ ki en yakın anlamı ‘nefret’tir), boşluğa doğru yolculuğun adımıdır (sonul edim de onlarınkidir). Eğer poliyalektiğe ulaşırsak, uzaydaki insanı ve insan-değili tasarlayabiliriz. Oysa henüz poliyalektiği tasarlayamıyoruz.
Geçelim bilimkurguya: Bilimkurgu romana genelde ütopik sayılan iki konu soktu: Uzak gelecek ve uzay. Gelecek 1930’larda faşizmle ve 1945’te atom bombalarıyla yok olmak üzereydi ve bu yokoluş ancak 1957’de uzaya açılarak kuramsalca engellenebildi. 20. Yüzyıl bilimkurguyu haklı çıkardı. Kimileri, ‘bilimkurgu bir yazın türü müdür?’, diye hala sorar ama kimse neden uzaya açılınmış diye sormaz. ABD ve SSCB, bu işe milyarlarca doları herhalde yalnızca rekabet için harcamadılar. Küçük insanlar, Dünya gezegeni dışında varlığımızı değillerler. Bilimkurgu, tasarımda bunu olumladı. Yanısıra, başka birşeyden de sözetti: Robotlaşmanın olası engizisyonu. Öyle ki toplu bilisiz bilgi böylelikle bu durumun yaşanmasını engelleyecek düşünceleri kuşaktan kuşağa aktaracak.
Mülksüzler de, uzayda birden çok dünyanın olası bir durumunu tasarlıyor. Soruyor: ‘İnsan denkleminin olası bir çözümü var mı?’ Yanıtlıyor: ‘İnsan imkansızdır veya kesin çözüm vardır denilemez ama umut vardır’.
Ardından: Odo; Lao mu, yoksa Godot mudur? Hem L., hem G. ve ne L., ne G. mudur? Odo, Godot’nun geçmişe sürgün edilmişiyle (çünkü ancak o zaman bugün(e) gelmesi olalılaşır), Lao’nun akrostişi karışımıdır. Kadındır, çünkü yazanı kadındır.
Romanın en güçlü yanlarından biri, metin kurgusu yapısı. Bir klein şişesi (biraz da sündürülmüş bir torus) gibi, sonuna doğru ilerlerken ters dönüp kendi içinden geçerek başa dönüyor ki tam da Odo’nun söylediği yaşanıyor: Gerçek yolculuk geri dönüştür. Buda, Nirvana’ya ulaştıktan sonra insanlara geri dönmüştü.
Metin çoğul temaların dokusundan oluşuyor. En çarpıcı olanı: Çözümsüz bir düşüncenin ardından, sevdiğin eşini, inanarak içinde yaşadığın dost düzeni terkedip düşmana ve bilinmeyene yol al ki o imkansızlık durumu yeni bir çözüm olanağına dönüştürülsün. Diğer bir deyişle en yoğun / billur düşünceler, acılarda, yalnızlıklarda, yolculuklarda, entropide ve kaosta bulunur ki anarşizmin vurduğu kuş budur, attığı taş o olmasa da. Ardından o sonuç-düşünceyi bedava-anonim kılmak gelir ki düşüncenin meta sayılacağı İkinci Sanayileşme’ye kehanet-panzehir sunuluyor demektir. Hiçbirşeyin mülk olmadığı yerde, düşünce de mülk olamaz.
Zeka yeni düşüncelere yol almanın uygun ve yararlı bir aracıdır. Yazar gerçekten zeki biri (enazından bu romanında). Bunu kabul edince ve romanda başkalarının hiç ulaşamayacağı yerlerden başlanıp romanı okuyanların önemli bir bölümünün yazarın neden öszettiğini asla anlayamayacağı yerlere varılınca, küçük sürçmeler daha çok göze batıyor. Örnek: Anarşizm’in ve Taoizm’in gençkız romantizmi bazında ele alınması. Her ikisi de, belirli ve ayrı yerzamanların sınırlı-sonlu tanımlanmış felsefi sistemleriydiler. Batı Avrupa Kültürü, ancak çok sıkışınca yeni ve farklı bir ögeyi içersemeyi kabullenen bir dışa kapalılık taşıdığından dolayı, zorunluluk doğunca sakarlaşır. Asya Kültürü bazında yolculuk (hem Türkçe’deki, hem de Taoizm’in motamot çeviri karşılığı anlamıyla), romanda anlaşılan kavram değildir. Aşkınlık bir döngü içinde geçmez. Her aşkınlık adımı, bir kritik eşik travması yaratır ve aştıktan sonra artık asla kendiniz değilsinizdir, yani yolculukta asla ev ve geri dönüş yoktur. Zamanın tersinmezliği gibi yolculuk hep ileri ve ölüme doğrudur. Bunun dışında tersinir zamanlı bir yolculuk (Bakınız: İ. Asimov: Sonsuzluğun Sonu / Evrenin Çanları) tasarlanabilir ama metin bunu imletici göstergeler taşımıyor. Bütün olmanın parça olmak olduğu sistemler (veya başka bir deyişle parçanın bütünden büyük olduğu sistemler) hiperlojikler tasarlamayı gerektirir. Orada aşkınlık, ancak bütünü parçalayarak elde edilebilir (bakınız belli tür şizofreniler). Burada informatik-kognitif anarşizm gerekir ki yazar ne bu romanında, ne de diğer eserlerinde bunun peşinden gitmez.
İnformatik-kognitif anarşizm, ‘kendi değil’ demektir. Yani: Kendi-değil + cins-değil + insan-değil. Romanda Arzlılar, kendi dünyalarını mahvetmişlerdir. İnsan türü, kendini yok etmesi kaçınılmaz bir canlı türüdür ama bu sondan uzaya yol alarak (aşarak, yayılarak (= emperyalizm), sömürgeleştirerek (= kolonyalizm) mi kurtulabilir? Bu bir ‘insan-değil’dir ama yalnızca biridir.
Anarşizm ve Taoizm de, ayrı açılardan ‘insan’ kategorisinin değillenmeleridir. Biri 100 yıllık süreç ertesinde, biri 2.500 yıl önceden, Batı Avrupa Kültürü’nün tanım aralığını saptayan Kapitalizm-Komünizm ikilisinin söylem düzenindeki ‘hümanist-antropomorfik insan kategorisi’ni değiller ve yadsır. O nedenle, Anarşizm-Taoizm sentezinin kurtarıcılığı yerine, Batı Avrupa Kültürü’nden vazgeçmek yeğdir.
Elimiz boşken yola çıktık ve nelerden vazgeçtik? Mülkten, sahip olmaktan, olmaktan, davranmaktan, kendiden, cinsten, insandan, metadan, satıştan, ütopyadan, karşı ütopyadan, Lao’dan, Godot’dan, Smith’ten, Marx’tan, Anarşizm’den, Taoizm’den. Geriye ne kaldı? Zihin, uzay, değilleme, yalnızlık, yolculuk, ‘ma’ ki onlardan da vazgeçilecek. Bir vazgeçiş bir elde ediş için olamaz. Hiçbir gidişin geri dönüşü yoktur. Ev ve asıl yoktur. Bilimkurgu da, insan da, başka türlere evrilecektir.

(1990 / 1)


LAWRENCE SANDERS İÇİN


Önceleri gazetecilik yapan yazar, 1969'da yayınladığı 'Anderson Tapes' (Mafa'nın Sesi, Ekim 1972, Bilgi Yayınları) kitabıyla polisiye türüne giriş yaptı. Bu kitapta önemsiz bir kahraman olan Edward X. Delaney'i, sonradan polisiye türünün klasik komiser kahramanlarından biri yaptı. Yapıtlarının temalarını 7 ölümcül günaha dayandırarak bir dizi roman yazdı (Mağrurlar, Doyumsuzlar, Benciller; E Yayınları).

Romanlarının ortak yönü amerikan bireyciliğidir. Katil / suçlu da, polis / cezalandırıcı da çok kişisel davranırlar. Örneğin, ‘Mağrurlar’da katil, sevgilisine kendini beğendirmek için öldürür. Delaney ise, idam cezasının olmadığı bir durumda katili intihar etmeye teşvik eder ve başarır da (Benciller)... Diğer bir durumda ise, verilecek cezayı yine az bulduğu için, üstelik kadın olan suçluyu bile bile yakalamaz, sonunda kadın sevgilisini de öldürüp intihar eder, oysa zaten ölümcül bir hastalığı vardır (Doyumsuzlar).

Sanders'i özgün kılan tema, tam da ABD toplumunun durumuna uyan 'nedensiz cinayet'tir. Diğer polisiye romanlarda, cinayet için muhakkak bir neden vardır. Bu; para, aşk veya başka bir şey olabilir. Ancak şiddet toplumu olan ABD'de kişiler nedensiz öldürebilir. Sahipsiz bireyler çok olduğu için öldürülebilir aday adayı çoktur, yani maktul boldur. Yanısıra katiller bireysel bir etkinlik olarak adam öldürürler. Romanlardaki katiller cinayetleri oldukça planlı işlerler.

Sanders'ta yan temalar da zengindir. Başta hasta olan karısı, ileriki nüshalarda ölür. Delaney de, öldürülen birinin karısı olarak tanıştığı bir kadınla evlenir. İlginç olan, eski karısının, hastalığının ölümcül olduğu anlaşıldıktan sonra, yeni karı aday adayıyla tanışıp, ona Delaney'e  nasıl bakması gerektiğini anlatması bölümüdür. Bir başka yan tema, yeni karısının başta bir kadın katil kavramını reddetmesi, ardından feminist bir kadın grubu toplantısında, diğer kadınlara bir kadının cinayet işleyip işlemiyeceğini sorduğunda, bütün kadınların olumlu yanıt vermesidir.
7 ölümcül günahın yanı sıra, 10 emir de Sander'in kullandığı kutsal kitap temalarından biridir (Zina Etmeyeceksin, İnkılap Yayınları; Altıncı Emir, Altın Kitaplar). Toplamda genel tematik eğilim, insanların zayıflıklarını denetlemek ve temel ahlak kurallarına uymak yerine, arzularının peşinde suç işlemelerinin cezasız kalmayacağıdır.

Bu iki dizinin dışında yazarın başka kitapları da var (Rita'nın Oyunu, İnkılap Yayınları; Irz, Altın Kitaplar; Ökse, Altın Kitaplar). Onlar da polisiye roman çizgisinde. Tuhaf olanı, adı geçen kitapların tamamının, Ocak-Şubat 1998 Türdav Kataloğu listesinde bulunmayışı; yani katipların basımı tükenmiş ve yenileri de yapılmamış. Bunu, telif hakları konusunda giderek artan denetime bağlamak gerek; çünkü kuşkusuz tüm kitaplar telif ödemeksizin basılıyordu. Satacak malın parasını ödemekte herhalde bir mahzur olmaz.

Yazarın kitaplarının yeni basımlarını bekliyoruz.

(Şubat 1998)

MAJ SJÖWALL ve PER WAHLÖÖ


Martin Beck dizisi, Milliyet Yayınları, 1970-1975, Balkondaki Adam, Duman Olan Adam, Kanaldaki Ölü, Oteldeki Cinayet, Gülen Polis, Uçtu Uçtu İtfaiye Arabası Uçtu.

Yazarlar İsveçli bir karı-kocadır. Dizi on kitaptan oluşmasına karşın, Türkçe'de altı kitap yayınlanmış. Onuncu kitap Martin Beck'in artık polislikten bıkıp, emekli olmasıyla tamamlanıyor. Asıl nedenin ise, yazarlardan erkek olanın kanserden öleceğinin anlaşılması olduğu söylenir. Polisiye romanda; bir Amerikan ekolünden, bir İngiliz ekolünden, bir Fransız ekolünden söz edilebilir olmasına karşın, bir İsveç ekolünden söz edilemezken, polisiye türünün belki de en çok beğenilen tipinin İsveç'ten çıkması tuhaf.

Nedir, Martin Beck'i farklı kılan? Bir kere, uluslararası okuyucuya yadırgı gelmemesi için adı İsveçli değil. Roman dizisi boyunca da, İsveçliler Beck'in adını yadırgayıp dururlar. Bu çift taraflı bir ironi. Sonrasında polisiye romanlar arasında, sosyoloji dozu en yüksek olan dizidir. 1968-1975 yılları arasında yazılmış olmalarına karşın, romanlarda toplumsal durum aydınlık değildir. Dizinin son kitabı ‘Teröristler’ bir çok açıdan ilginç öngörüler taşır. Açıkça kastedilerek o zamanki senatör, sonraki ABD başkanı Reagan eleştirilir ve romanda er geç başkan olacağı vurgulanır. Bu senatör gezi için İsveç'e gelir ve başbakan onu karşılayacaktır. Bir suikast olacağı kesin duyumu alınmıştır. İsveç'in en iyi 6 polisine düşünmeleri için birkaç gün izin verilir. Sonuçta hepsi birden aynı noktayı gösterir. O zaman ne yapmalı? Başbakan havaalanından itibaren senatörden yalıtılır. Böylelikle suikast engellenemezse bile, başbakan sağ kalacaktır. Kara mizah: Başbakan başka biri tarafından öldürülür (Bakınız gerçek durum: Olof Palme cinayeti.) Başbakanın ölüm haberi üzerine Martin Beck şöyle der: “Yerine başka bir salak getirirler.”

Martin Beck  gerçekçi bir karamsardır. Onu Simenon'un Maigret'sinden ayıran nokta, 20. Yüzyıl insanı oluşudur. Bütün dertleri çağdaştır: Sevilmeyen bir meslek, boşanılacak bir karı, evden ayrı oturan bir kız evlat, anaya bağlı bir erkek evlat, ülser, vd. Beck işini çok iyi yapar ama çözdüğü her cinayet, onu mesleğinden daha da soğutur. Özellikle bürokrasi onu canından bezdirir. Mesleğinde ileri doğru attığı her adım, ona düşman olanların sayısını arttırır. İşini bozduğu terörist onun evini bulur. Öyle bitirilmese de aslında Beck ölür. Mutlu son olsun diye, terörist onu vurmaktan son anda vazgeçer. Beck emekli olacaktır.

(Şubat 1998)


KIZIL HASAT


Dashiel Hammett, Çeviren: Sinan Fişek,
Metis Yayınları, Haziran 1993, 184 sayfa.

Hammett, polisiye pazarlarının içinde doğrudanlığı en yoğun olanıdır. Bunda kendisinin de detektiflik yapmışlığının payı yüksektir. Bir de, polisiye romanlarda adları sıkça geçen (ve kara eylemleri aklanan), meşhur Pinkerton ajanlığı yapmışlığı vardır ki bir rivayet o da bir sendika lideri öldürmüştür. Hammett, yaşama karamsar bir gerçekçilikle bakar ama bu bazı yerlerde zifiri karanlığın ötesi demektir. ABD Komünist Partisi üyeliği de yapmıştır, Mc Carthy kovuşturmalarına da uğramıştır. Ölmek üzereyken, yaşadıklarını yazmasını öneren, en eski göz ağrısı Lillian Hellman'a unutmaktan başka çaresi olmadığını söyler. Demek ki yazdıklarından ötesini de yaşamıştır.

Kızıl Hasat'a deyim yerindeyse, köpük köpük kızıl kan akar kardeşlerim. Sayın detektifimiz ise, tüm bunları kendisi yapmıyormuşçasına serinkanlıdır.

Mekan, Zehirkent (Poisonville) de denilen, Personville'dir (Kişikent). (Zaten roman boyunca ikisinin farkı giderek ortadan kalkar.) Hikaye; işadamları, polisler ve her zamanki gibi çekici kadınlar arasında gelişir. Habire insanlar öldürülür. Tabii ki katil uşak veya aşçı değildir. Küçük kasabalarda olduğu üzere, kişiler arasında karman çorman, kimin eli kimin cebinde belli olmayan, zehirli ilişkiler vardır. Pekala, katil maktul ve maktul katilin yerini alabilir.
Hammett, sapına kadar Amerikalı’dır. Hem maçodur, hem de centilmen. Roman kahramanları da kendisi gibidir. (Zaten kitaplarında otobiyografi özelliği hep ağır basar; ne de olsa insan yaşadığını yazar.) Amerikalı olmanın en büyük handikapı toplumsal bilinçsizliğidir. (Bununla sınıf bilinçsizliği kastedilmiyor.) Tüm amerikan yazarlarında aynı kusur vardır. Olaylar, sanki tepeden iniyormuşçasına gerçekdışı bir atmosferde geçer. Tarihsel derinlik olmadığı için, herşey çizgiromanlardaki gibi derinliksiz algılanır ve verilir. Aynı durum Hammett için de geçerlidir. İnsanlar kuklalar gibi davranırlar. Oysa anlatılan açıkseçik çıkar ilişkileridir. Detektifimiz, kendisi asla böyle durumlarla karşılaşmamışçasına davranır. Öyle olunca kahramanımız, tanrının kılıcıymışçasına, kafasına göre adalet dağıtır. Romanı, bir bakıma hoş kılan da bu masalsı havasıdır ama kitap bitince kaldırıp atarsınız ve ne okumuşsanız hemen unutursunuz ki Batı anlamıyla polisiye roman tam da bunun için yazılır.

Öyleyse; okuyun, eğlenin ve hoş vakit geçirin.

(Şubat 1998)


FALINIZDA ENGİZİSYON VARS

Ferhan Şensoy, Falınızda Rönesans Var, 1998, Ortaoyuncular Yayınları, 370 sayfa.

Sayın Ferhan Şensoy, size 'Ferhan Bey' demekten başka çare bulamadım. Bir de bu yazıyı, mektubumsu bir 'ikinci tekil kişiye hitap' üslubunda yazmayı yeğlemek zorunda kaldım (yoksa, ana avrat dümdüz gitmek zorunda kalacaktım). Size yönelik yazdığım, Eylül 1997 tarihli Papirüs dergisinde yayınlanan, okumadığınızı sandığım, bir önceki eleştiri metninde, size karşı hiç kimsenin beğenmediği bir doz-dil kullanmıştım. Türkiye'de sanat alanında, dolayısıyla tiyatroda da, durum bir tuhaf. Altmışından sonra soyunmuş, Oğuz Atay'ın 'Oyunlarla Yaşayanlar'ını oynanmaz bulmuş, devlet sanatçılığını kapıkulu imtiyazı sayan, bir kadın oyuncu artığı için mi eleştiri yazacağım? Tabii ki sizin hakkınızda yazacağım.

Siz insanlara, 'ne olamadın da, eleştirmen oldun?', diyormuşsunuz. Haklı olduğunuzu hiç sanmam. Bugün, bir çok tiyatro uygulamacasının da, ustanız saydığınız Haldun Taner'in de (ölümünden on küsur yıl sonra bile hala) oyunları ve öyküleri denli, eleştiri yazıları da, başka yazıları da okunuyor. Kuramcı-uygulamacı ikilisi, TC'de yanıltıcı biçimde uzlaşmaz sayılmış. Oysa bir uygulamacı olarak, bu kez siz de kurama soyunmuşsunuz. Beni çileden çıkartan bu oldu. Orhan Pamuk da, bir yandan 'dilegetirilecek kesin bir gerçeklik yoktur', der; sonra da Avrupa'ya gidip 'Türkiye'de işkence var', der. Yanlış insanlar dile getirince, doğrular güme gider.
Yanılıyorsunuz Ferhan Bey: Falımızda rönesans değil, engizisyon var. Küçük bir tarih demeti: Avrupa tarihinde, farklı yer ve zamanlarda, 4 rönesans ve 4 engizisyon oldu. Engizisyonun isim babası olan ve en acımasız uygulamasını gerçekleştiren ulus İspanyollar'dır. Neden mi ve nasıl mı? Ülkelerini işgal eden Müslümanlar ve onlarla işbirliği yapan Museviler sayesinde... Ne yazık ki Nazizm de, en acımasız uygulamalarını Museviler üzerinde gerçekleştirdi ve bu, yanıltıcı biçimde onları mazlum gibi gösterdi. Oysa bugün İsrail, (Birleşmiş Milletler kararıyla ırkçılık sayılan) siyonist ve (anayasası nedeniyle) şeriatçı, yani (ırkçı, dolayısıyla) faşist ve engizitör bir ülke. TC'ye de ironik olarak, Müslümanlar'a karşı onunla işbirliği düştü (bunun kuramsal açıklaması bambaşka bir konu). Son örnek: Müslüman Arnavutlar'a yardım eden biricik müslüman (ama diğer müslüman devletlerce müslüman sayılmayan) ülke TC oldu.

Devam: İslam da, birden çok engizisyon yaşadı. İlki, 11. Yüzyıl'da Ön Asya'da, tarihin cilvesi olarak, rönesansla birlikte-çakışık yaşandı. İlk İslam filozofları yetişirken, Hallac-ı Mansur'un derisi, dini nedenler gerekçe gösterilerek, diri diri yüzüldü. 20. Yüzyıl'da da, Hristiyanlık'a hezimetle yenilen İslam, bir türlü engizisyonunu uygulayamadı. Olgu, 21. Yüzyıl'ın başına sarktı. Bakınız: Pakistan, Cezayir, İran, Irak, Afganistan, Çeçenistan, vd...

Cumhuriyet, rönesans yaşamadı. Saptadığınız gibi, bedava-ısmarlama bir sistem buldu TC nüfusu... Atatürk'ün ölümüyle sonuçlanan birincisinden bu yana, cumhuriyetin ikincisini gerçekleştirememeleri, buna yeterince kanıt oluşturuyor. (Fransızlar'ın iki yüzyılda altı tane, dolayısıyla beş tane sizlere ömür cumhuriyet gerçekleştirdiğini anımsamak gerek.) Şeriat, TC'nin kapısını otuz bir kere çalar.

Çok mu didaktik, çok mu ukalaca, çok mu eleştirmence, çok mu bayağı? Yalnızca kitabınızın adı için bunlar söylendi Ferhan Bey... Yayınlanma olasılığının çok düşük olduğunu bile bile, bu metin boyunca, bu kez yazarlığınızı irdeleyeceğim ve neden Ferhan 2001'in, Ferhan 1999'dan belli olduğunu da...

Kitap, dizin sırasıyla taranacak.

Sizin  tiyatro kuramını kavrayamadığınızı oldukça erken ayırsadım ama açmazın tüm kuramlar için geçerli olduğunu gecikmeli olarak kavradım. Sizi yetersiz bulsam da, düşünebilme yetisine sahip olduğunuzu düşünmüştüm ya da düşünmenin taksitli olamıyacağını varsaymıştım.

Tüm bunlar Brecht için söylediklerinize girizgah: Tüm TC'liler gibi, dehşet ve ötesini tahayyül edemiyorsunuz, çünkü, tiyatroda kalfalıktan ustalığa yol almanıza karşın, bir ustanın mutlaka bilmesi gereken ‘ölüm’ kavramını bilmiyorsunuz. Hele, uygar bir insanın, cinayet işleyebilmek, işkence yapabilmek ve tecavüz edebilmek gibi edimlere kalkışabileceğini ise size kavratmak imkansız...

Brecht bir ayraldı. Kafka'nın deyişiyle, azınlıklar içindeki azınlıklarda bir azınlık. Eşcinseldi, maço erkek rolü oynadı. Marksist değildi, öyle addedildi. Ve Yahudi idi... Son sözü söyleyemedi ama eyledi: İnsan için, faşizme karşı faşizm... Japon tiyatrosundan (kabukiden) haberdardı ama Japon butoh'sundan bihaberdi, dolayısıyla ma'dan da (sanırım siz de öylesiniz)... Ma ile, bir Avrupalı'nın yapamayacağı bir şey öneriliyordu: Varlığını eksi sonsuz döngüde yıkmak ve gelecek varlık olanakları için boşluk yaratmak. Bunu; Grotowski (sahneyi) boşaltarak, Artaud zulmederek, Beckett (sıkarak ve) kus(tur)arak denedi ama hepsi de bunu ancak kısmi olarak başarabildiler...

Sizin o çizgiyi geçmeniz umulmuyor. Merak etmeyin, ne TC'de, ne de Dünya'da o çizgiyi kimse aşamadı; ölümü göze almış ve biri bunu becermiş Sankai Juku'cular bile... Sizde eksik olan bir tutumla, ölümü ve (dolayısıyla yaşamı) çok ciddiye almış birisi, gökdelenin tepesinden aşağı yalnızca bir iple bağlıyken ip kopunca, boşluğa düşüp yere çakılıp öldü. (Bu, naklen köprü intiharlarına beş benzemez bir durumdur.)

Kafka da ayrılmadı, Brecht de... Ancak ilki öldü, ikincisi sağ kaldı ve sağ kalışını, yaşlılığında zihinsel bozunumla (:dekadans) ödedi: Tıpkı şimdilerde sizin ödediğiniz gibi...
'İkinci keman' konusundaki dürüstlüğünüze de inanmıyorum. Kuşkusuz, bilmem kaç yüz tane zırtapozun, kendini Ferhan Abi'nin çırağı sanmaları, sizin hatanız değil... Ancak; ne siz (ve/ya mutfakist zevceniz) Rasim'in, ne Marx Engels'in (ki aslolan, birinci kemanın Engels olduğu, Marx'ın pileybeksel bir vaziyette, kulağı üzerine yattığıdır), ne de Atatürk İnönü'nün ikinciliğini arzulamıştır ve/ya uygulamıştır. Üçüncüsü örneği açımlarsak: Sırada epeyi aday adayı var iken ve Kemal ile İsmet pek geçinemiyorken, tarih kaygan zemine geçmiş ve epeyi zevat hendeğe yuvarlanmıştır. (Atatürk'ün başarısı, 1. Dünya Savaşı'ndan bir yıl sonra ‘replik’ alıp, 2. Dünya Savaşı'ndan bir yıl önce 'perde' demesiydi. Böylesi bir tesadüfün iğne deliği, gözünüze pek batmamış anlaşılan.) İnönü, yalnızca aradan sıyırtmıştır.

Ara nağme: Kitaplarınızda, oyunlarınızda olduğu gibi, genelde derin ve ayaz sulara girmezsiniz. Bu kezinde, biraz da yaşlanmanın etkisiyle ağır takılmışsınız ama dibi de boylamışsınız. Yoksa lümpen mizah, okumasanız da, Leman ile size pek yakışıyor. Zaten, onun üvey kardeşi Öküz ile kardeş kardeş geçiniyorsunuz pekala...

Küfür meselesine gelince: En güzel örnek baba-Can'dan geliyor: Ben yaşlandım, bir ayağım çukurda, aman bana pek bulaşmayın. Adam, Öküz'de 'yalan şiir' yazdığını ifşa ediyor. Küfrü yiyince de, kraldan çok kralcılar, onun yerine saldırıya geçiyor. Aynı şey, sizin de başınıza geldi: İlk metne, canhıraş bir yanıt veren arkadaş, şimdi sizinle aynı sahneyi paylaşıyor. Amacı, sizden emekli olmakmış. Yakışır abisi: Satın alınız.

Birden fazla gerçek öyküsüne gelince: Bilmem, Tarık Buğra'nın 'İbiş'in Rüyası'nı okudunuz mu? Ya da daha yakın bir örnek: Küçük Sahne'nizi lüpleten, rahmetli Turist Ömer'i mezarında ters döndüren, meleklikten Orkinos Hanım'lığa terfi eden Çolpan İlhan, içinizi acıtmıyor mu? Sevgili Baykal göletiniz, size daha beterini yapacak. Ses Tiyatrosu'nun adının Deniz Baykal olduğunu düşünüyorum da, 'Truva Atı' da olabilir yani... Ne dersiniz?


Sonsöze iniş: Bilmem farkında mısınız, 20. Yüzyıl'da iz bırakmış tüm tiyatrocular (Brecht, Artaud, Grotowski, Beckett), oyun yazmanın yanısıra, eleştiri-kuram metinleri de yazmışlardır (yani beyinler çoğuldur). TC'de ise iki taraf, eksik kalan işini tam becerebilmek için yardımlaşacağına, birbirini düşman bellemiştir.

Sonsözden önce: Rönesans, malumunuz olduğu üz're, 'yeniden doğuş' demektir. Yeniden doğabilmek için, yine malumunuz ölebilmek gerekir. ('Geber ulan takke kenecisi', demeyeceğim işte...) Engizisyonun mübarek olsun, sevgili laik kardeşim... (Ne zaman şarj edece'n layn: En iyi yobaz, ölü yobazdır.)

Sonsöz: Beyinden başka bir şey asla olmayacağım için, eleştirmen-kuramcı-kültürolog oldum. Darısı torununuzun torununun başına...

Ve/ya:

Falinda, üç vakte kadar savaş, yani hem engizisyon, hem de faşizm var evlatçağizim... Hakkınızda hayırlı uğurlu olsun Ferhan Bey. Sevgili sarıkafalarınızı da, karakafalar (önce şa'apıp, sonra) kesecekler (bakiniz: Yugo (= Bosna + Kosova) filmcağizleri). Anlatabildim mi lo'?

(23 - 31 mart 1999)

·          

Ek:

Gündeste’den (1985, S : 319) alıntı:

bir gün gelir
entellektüeller de gelir
şahları da vururlar
tiyatrosuna

Yorum:

geldim
gördüm
yazdım
vurdum

(28 Kasım 1999)

LEYLA ERBİL İÇİN HÜZN MAKAMI

Leyla Erbil (1931-    ), bu ülkede yetişmiş nadir onurlu yazarlardan biri idi… 1960 sonrasında yayınlanan yazar kuşağı içinde, kendi çizgisini oluşturmuş, yalnız bırakılmayı, az okunmayı göze almış, imajsız kalabilmiş biri idi… Hayır, kendisi vefat etmedi. Ne olduysa, kırkından da değil, altmışından sonra oldu. O şimdi, kapitalizmin kalesinde stoper oyuncu. Hiç bir kitabını hiç bir ödül yarışmasına sokmamışlığını, kırk yıl sonra bile belirtebilirken, şu an ödül bile olmayan bir uzlaşmanın rehaveti içinde… Tuhaftır ki yumuşama, fotoğraflarında görünmeye başlamıştı. Atmaca gibi bakan gözler, ‘sevgili kuzucuklarım’ haminneliğine kaydı yavaş yavaş ki o zaman YKY’de eserleri henüz basılmamıştı. Tevekkeli boşa dememişler: ‘Minareyi çalacak, kılıfını hazırlar’.

Durumu(nu) utanç verici bulmuyorum. Neden mi? Herkes, her tür savaş(ım)ı, her an, her yerde terketme hakkına sahiptir. Üstelik; onların (yazarların) giriştiği kültürel mücadele gönüllü idi… Kimse onlara ‘kal’ diyemezdi… Ancak hüzn verici olan, ‘gittim ama buradayım’ tavrı. Yaşlılık ayıp değil, suç değil… ‘Benden bu kadar’, demesi yeterliydi. Şimdi hafif bir ‘tencere dibin benden kara veya ben senin ne kirli çıkılarını bilirim’si bir hain gülüş, gönlümüzü berbat ediyor.

Biyografi çizgisinin böyleliği yazarlığını bozmaz. Ancak yazarlığı da, tek başına hüzn vericidir.

Neden mi?

1. Ankaralı kadın yazar lezzetinden ya da kekremsiliğinden dolayı. Bir zamanlar ankaralı bir sevgilim vardı. Yaz tatillerinde bana yazdığı ilk mektuplar, hep ‘kahverengi bir sıkıntı’ diye başlamıştı. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Aysel Özakıncı, İnci Aral, Tezer Özlü… Hep bu tipolojide seyredegeldiler. (Kafka, TC’de yaşasaydı, Ankaralı olurdu (ama asla kadın olmazdı), diye düşünmüşümdür.)

Bu tip sıkılır. Kadınlığından, bozkırdan, erkeklerden, yaşamdan, bedeninden, ruhundan… Saldıracağına ya da kaçacağına olduğu yerde kalır ki bu küçük burjuvalıktır (belki de memur tavrıdır). Öyle olunca, Beckett çekirdeğine eziyet durumlar yaşanır.

Böylesi biri libido kabızıdır. Yaşamaz, yaşatmaz da…

2. Birinci duruma bağlı ama ondan daha ayrı yataklarda akan dilsel absürditeden dolayı ki Türkçe’de en keskin örneği Sevim Burak’ın eserleridir. Leyla Erbil’deki örnek, ‘Tuhaf Bir Kadın’dır. Anlaşılır bir şeyi anlayamamanın ve daha çok da anlatamamanın sıkıntısıdır.

Dil de kabızdır. 1970’lerdeki abartılı (öyle denilen) öztürkçeleştirmenin yanısıra, henüz yeni yaşanan ve Avrupa dillerinden adsal aktarma yapılamayan bireysel/öznel durumları yazmak zorundalık bunu yaratır. (Erbil’in yarattığı yeni noktalama imlerine sonra değineceğim.)

3. Beyhudelik ve nafilelik. Osmanlı’dan devralınan iki erkek örnek, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nurullah Ataç’tır. Aslında, edebiyatın yaşamları, özellikle de kendilerininkini değiştiremeyeceği inancı, bu sonucu yaratır. Tüm edimler, sonuçta boşuna debelenmektir.
Leyla Erbil’in 1970’lerde Soyut’ta yayınlanmış yazılarına bir bakın. Böylesi bir insan, ya miyoptur, ya da yaptığına inanmıyordur ki ikisi de otuz yıl sonra aynı sonuca varır; varmıştır da…

4. Tüm bunlara karşın, yazmaya ve yaşamaya açlık ki bu durum, bir bakirenin sekse merakına benzer. Türk kadını, yazar olsun olmasın, 75 yıldır bu durumda.

5. Leyla Erbil’le ilintili iki anı alıntısı:

Sadun Tanju, Bazı anılar, Yalçın Yayınları, Haziran 1998, 350 sayfa. Sayfa: 34-35:

“Sonra askere gittim (1949). Leyla’ya … mektuplar yazmaya başladım… Seneler sonra, galiba 1988’in sonuna doğru, bir yazarlar toplantısında Leyla ile karşılaştığımızda … muzip muzip güldü ve o günlerde çıkan ‘Mektup Aşkları’ romanını ima ederek, ‘telaşlanacak bir şey yok, merak etme’ dedi.”
Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı, Çınar Yayınları, Ocak 1987, 202 sayfa. Sayfa: 78-79:
“- Anlat, dedi, nasıl kız Leyla!
Bildiğim kadarıyla anlatıyordum.
- Anlat canım! Çok zeki kız değil mi?
- Öyledir. Arkadaş canlıdır, dostluğuna güvenilir!
- Güvenilir değil mi?
- Güvenilir!
- O da senin için aynı şeyleri söylüyor. Ne güzel şey, ona bu güveni vermek, Leyla gibi bir kıza! Bu akşam ona diyeceğim ki… Leyla, diyeceğim.
Bütün diyeceklerini, diyemeyeceklerini anlatmış, biraz açılır rahatlar gibi olmuştu. Sözlerine başa baş denk getirdiği votkası bitince:
- Kalk, demişti, gidiyoruz.
Atlamıştık bir tramvaya. Tepebaşı’nda indiğimizde hava kararmıştı.
Çağdaş’a girdik, kapıyı görecek bir masa bulup oturduk. Her kapı açılışta başımız kapıdaydı. Leyla girmiyordu ama her açılışında bizden biri giriyordu. Cahit Irgat girdi önce, geldi, oturdu yanımıza. Sait’te tedirginlik başlamıştı. Mimar Nevzat girdi peşinden. Beni görünce, belki de Sait’i görünce, oturdu masaya.
Leyla’nın bir şakası mıydı bu, diye düşünmeye başlamıştım. Leyla’yla nişanlılığı sözkonusuydu o günlerde Mimar Nevzat’ın. Az sonra Melih de girdi, Melih Cevdet… Arkdaşlarındandı o da Leyla’nın…Bir Leyla eksikti, çok geçmeden o da geldi, oturdu Sait’in karşısına.
Toplantı tamamdı. Hangi konu açılırsa açılsın, hemen tartışmaya dökülüyordu iş. Leyla’yla biz dinliyorduk. Masada kim varsa, teker teker Sait’le tartışıyordu. Sait ağzını açtıkça boş bırakmıyorlardı, tek tek yükleniyorlardı. Renkten renge giriyordu boyuna. Leyla’ya olgunluğunu göstermek için tutuyordu kendini ama öfkesini önündeki bardaktan alıyordu.
On, on beş gün sonra Sait’in Marmara Kliniği’ne kaldırıldığını duyunca, Haluk önündeki telefona yapışmıştı. Yüzünün sararmasından durumu anlamıştım. Sait bu kez hepimize birden kızmıştı. Leyla’sına da, dünyasına da… Öfkesine her zaman gülecek birini bulan Sait, bu kez kimseyi bulamamıştı.”

Bilmem ne demeli?

Kendisi de, kadınlara çok mektup yazmış ve özellikle sıradan insanların kişisel mektuplarını toplayan biri olarak çifte handikaplıyım. O mektuplar er geç aleyhime kullanılacak ve bendekileri asla kimsenin aleyhine kullanmayacağım. Burada sorun, Erbil’in kişisel ve yazınsal ahlak sorunu.

Bir usta yazarın sirozlu karaciğerini patlatmak… Erkekleri kulak arkası sıraya dizmek… Yumurta tokuşturur gibi beyin tokuşturmak… Peki, o zaman, neden Türk kadınları, ‘alaturka matriyarkal faşizm’den söz edilince öfkeleniyorlar?

Tüm bunlar on yıl sonra yeniden okunan ‘Karanlığın Günü’ (Adam Yayınları, 1985, 200 sayfa) için bir girizgahtı. İlk okuduğumda, orada anılan bazı kişileri kıyısından köşesinden sezer gibi olmuştum. Şimdi de belki tam açımlayamam. Yine de metinsel seyir onun üzerinde olacak.

Leyla Erbil; ‘Soyut’ dergisinde yayınlanan iki yazısında, sırasıyla Haziran ve Ağustos 1972’de, Memet Fuat için şunları söylemiş:

“Soru: Sait Faik ödülünün bu yıl Füruzan’a verilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Yanıt: Bu jürinin değerlendirmelerine merak göstermeyenler, meraklılardan daha önemli geliyor bana. Yeni Dergi ve tayfalarının üç yıldır sürdürdükleri yazılı ve sözlü Füruzan çığırtkanlığı başlamadan önce, bu yazar da meraksızlar safındaydı. Sait Faik jürisinin bu yılki sonucunun açıklandığı aynı gazetede başka bir haber daha vardı. Kuzey Vietnam’ın para vaad ettiği Güney Vietnam askerleri toplu halde kuzeye geçmişlerdi. Yeni Dergi olayı, Memet Fuat’ın nelere kaadir olduğunu ispatlaması açısından ilginçtir.”

“Soru: Yeni Dergi’nin edebiyatımıza ne gibi fayda ve zararları olmuştur?
Yanıt: … Bu derginin neyi benimsediği ve nasıl bir okur yetiştirmek istediği ise, büsbütün karışık bir tablodur… Yeni Dergi’nin yazarları yozlaştırıcı kampta, gönüllü olarak yer aldığına inananlardan değilim… Bence Yeni Dergi, istemeden kültür emperyalizmine hizmet eden ‘klinik bir olay’dır… Türk edebiyatına istediği gibi yön vermek – istediğini de şuna buna inat etmeleri belirleyebilir – ona hakim olmak, yazar patronluğu etmek, yani edebiyat dünyasını – yazarları ve okurlarıyla – ruhi tatminsizliklerini doyurucu bir araç saymasından doğan bir dramdır.”

Şerh 1: Tuhaftır. Yıllarca, “47’liler”i Füruzan’ın yazmadığını düşündüm; çünkü üslup elvermiyordu. (Aynı zamanda, “Tuhaf Bir Kadın’daki, halkına meraklı kadının da Füruzan olduğunun…) Romanı (enazından ana fikrini) pekala Erbil yazmış olabilirdi. (Bunu bir gün kesin belirleyeceğim.)

Şerh 2: Yayınlanmak için taklalar atan bir yazar olarak, Erbil'in çizgisini anlayabiliyorum. Soyut'un başka sayılarındaki yazılarında belirttiği, yayıncıların ve dergicilerin yazılarını habire makaslaması, benim de onlarca kez başıma geldi. Kabzımalların ve celeplerin kendilerini üretici sayması gibi, yayıncılar da kültürel üretim yaptıklarını sanıyorlar.

Girelim kitaba:

Kitabın birinci basımı Adam (editör: Memet Fuat), ikinci basımı Can (editör: Erdal Öz), üçüncü basımı Yapı Kredi Yayınları’nda (editör: Enis Batur) yapılmış.
Erbil’in 27 yıl önce M.F. için söyledikleri, bugün hem E. Ö., hem de E. B. için aynen söylenebilir.

İlk basımda gerçekleştirilemeyen, son basımda gerçekleştirilen noktalama imleri değişimlerini, E. B. da bir ara çok sevmişti. Kendi hesabıma, dilin var olan tüm sınırlarının ötesine geçilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. (Örneğin ben de, ‘gitmiş olacağım’ yerine ‘gitmişeceğim’ derim ve bunu tüm kiplere uygularım.) Ancak, her zamanki sanatsal / yazınsal soru-n-sal: Biçim-içerik uyuşması var mı, yani o noktalama öykünün akışına uyuyor mu? ( ,,, ), ( … ) ile benzeşiyor ama ( ? + , ), soru kipinde altcümleyle başlayıp devam eden cümlelere daha çok uyuyor gibi…

Artı; biçim sorunu içerik sorununu örtmemeli. Erbil ne anlatıyor? Küçük insanların küçük yaşamlarını... Ondan önce ve sonra bir çok TC'li’yazar; köylüleri, taşralıları, gecekonduluları yazmaya çabaladı. Hadi, dene ki: Bir toplumbilim yapıtı yerine, bir roman yeğdir. Yine de, gerçekçi geçinen bir yazardan gerçekleri anlatmasını beklersiniz. Kırsal yaşam, köy romanlarındaki gibi, imam – öğretmen - ağa çerçevesinde geçmedi. Gecekondudaki yaşam, ne Latife Tekin’in, ne de Metin Kaçan’ın kitaplarındaki gibi geçmedi. Kadın yaşamı da, ne Erbil’in Karanlığın Günü’sündeki, ne de İnci Aral’ın Ağda Zamanı’ndaki gibi geçmedi . Onlar öyle algıladılar ve anlattılar. Arada iki sorun vardı: Onlar, kadını temsil etmiyorlardı ve sözlü anlatı, doğrudan yazılaştırılınca yadırgılaşıyordu.

Bilinç akışı, söz akışı, safsata akışı… Bir romanı beyhude kılmak… Tüm bir yaşamı beyhude kılmak… Sonra da kalkıp ‘Ölümden önce bir yaşam yoktur’ demek… Ne bağlanabilmek, ne ayrılabilmek… Ne yazabilmek, ne susabilmek… Ne ölebilmek, ne yaşayabilmek…

Karanlık, bu değildir. Gün, bu(gün) değildir. Roman, bu değildir. Bilinç, bu değildir. Kadın, bu değildir. Erbil’in tüm becerebileceği, yalnızca bu kadarı değildir.

(Buradan ‘Zihin Kuşları’na geçilir ama o başka bir metnin konusu olur.)

Fakir Baykurt yıllarca köy romanı yazdı. Sonunda, özyaşamöyküsünün birinci bölümünü, çocukluğunu yazdı. Otobiyografisi, romanlarının olmasını istediğinden daha masalsıydı. Neden mi? Eskiden köylü Fakir, kentten nefret ediyordu. Yeni Fakir, bırakın kenti, Almanya’nın büyükkentlerinde yirmi yıl yaşamış durumda. Aradaki farka, genelde ‘edebiyat’ deniyor. Yazı, kentin ürünüdür.
Erbil de, taşralı (aslında kenar mahalleli de denebilir) kadın günü geyiklerini, edebiyat sanmış. Perihan Mağden gibi, Aslı Erdoğan gibi… ‘Kötü örnek, örnek değildir’, derler ama o zaman ben de ‘kötü örnek susmalıdır’, derim…

Bir yaşamı var kılan, evrelerinden enaz birinin değerli kılınmasıdır.. Bu herhangi bir (dinseller hariç) aksiyolojik (: değerbilimsel) veri tabanına göre olabilir. En temelde; bilim doğru, felsefe/ahlak iyi, sanat güzel yaratır. Bir yazar, yaşamıyla ve/ya yazınıyla bunlara soyut artı-değer katmışmalıdır. Bu, kafkaesk bir gönüllü zorunluluktur ve yaratı acı vericidir.

Sanatın kültürbilimcisi olarak bir estetikçinin, sevdiği bir yazar hakkında olumsuz şeyler yazması çifte hüzn: Erbil bunu yapacak yazar değil ve bunu yazacak (‘kraliçe çıplak’, diyecek) başka kimse yok.

‘Yaş yetmiş, iş bitmiş-ecek’ olmamalıydı Leyla Hanım… Yaşadın. Belki hiç bir haz almadan dönemin bütün erkeklerini peşinden koşturdun. 6 kitap yazdın. Sonuncusunda zihin kuşun mezara uçuyor. Değer miydi?

‘Hüzn’den öte, ‘yeis’ bu metin, sayın Erbil…

(Mayıs 1999)    


MEHMED’İN KİTABI

Nadire Mater, Metis Yayınları, 1999, 267 sayfa.

PROLOG


Bu bir kitaptır. Türkçe'de böylesi 100 kitap olabilseydi, inanın faşizm bu ülkede barınamazdı.

15 yıl, 40.000 ölü, 300.000 özürlü / yaralı, yüz milyar dolar masraf… Sonuç? MHP birinci parti. Demirel cumhurbaşkanı.

Bir kitap tanıtımı yazısının dışına taşar ama: Bu öyküden kimse ders almadı. Alaturka faşizm bis çalıyor.

42 kişi. 42 otobiyografi parçası ve yüzlerce biyografi parçacığı. Hepsi ölüm kokuyor. ‘Vatan millet Sakarya’ söylemleri bitti.

Yaşam, askerlikten önce de vardı, sağ dönebilenler için askerlikten sonra da sürüyor. Ekmek parası, çoluk çocuk, yüzlerce toplumsal bağ, o insanları bıraktıkları yerden sarıp sarmaladı. Bazıları ayırsamış ki geri dönmek istiyorlar. Acı olan bu: Ölümseverlik.

Elli ve yüz yıl sonra bu kitabı okuyanlar şaşıracaklar herhalde… Böylesi bir budalalar gemisi nasıl var olabilmiş diye…

Terör, savaşın bir biçimidir. Savaş ise, insanın kendini yarattığı ölümcül ama yine de bilgi (dolayısıyla yaşam) üreten bir olgudur. Asıl önemlisi, savaş düşüncenin bir biçimidir.

EPİLOG :

BİZ (DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DENİLEN) BU SAVAŞTAN NE ÖĞRENDİK   NETEKİM?

·         TC, 'de facto' Ex-Slavia'dır.
·         Savaşta, sanılanın tersine, işsizlik ve enflasyon negatiftir.
·         Yüz milyarlık masraf, TC'nin dış borcuna eşittir.
·         Koç ve Sabancı, orduyla (zorla ikna edilerek) uzlaştı, silah üretecekler. Bu da, bundan sonra iktidar seçkinleri olarak, 'ordu = TÜSİAD' demek.
·         On bin ölü ve üç yüz bin sakata (ve/ya ailelerine) verilen para, toplam masrafın yaklaşık % 10'u ediyor.
·         Bir ailenin beş oğlunun biri korucu, biri asker, biri polis, biri itirafçı, biri pekekeli olabiliyormuş. Yani, temel toplumsal kurumlar bu savaşta işlemedi.
·         Kürtler, bir adım daha atarlarsa (ki belki de attılar bile), TC'nin kızılderilileri olabilirler.
·         Eski orgeneral Kıvrıkoğlu'ndan bacaklarını geri isteyenleri televizyonda gösteren bir genelkurmay, kitle psikolojisi konusunda yanılgılar taşıyor demektir.
·         Sabancılar, GAP bölgesindeki iki milyon dönüm arazinin bedelini Özdemir Sabancı ile ödediler ama geri adım atmadılar. Devlet, aşiret, TÜSİAD, hangisi daha acımasız? Oyunun ileriki adımlarında anlaşılacak.
·         Kürkçü gibi şaibeli birinin bu konudaki yeri, ancak çift taraflı ajanlık olabilir. La Fontaine ne diyor: Kuşlarla memeliler arasındaki savaşta,  yarasalar tabuta çivilenir.
·         Konuya müdahil olan iki buçuk milyon aile, denizdeki balıklar gibi, olayı hiç kavrayamadı.
·         İç savaş, dış savaştan önce gelir. TC, emperyalist olmayı öğreniyor. Azerbaycan ve Çeçenistan iki başarısızlıktı.
·         Bu kördüğüm açmazdan herkes sorumlu. Yazar da dahil...
·         Yahudi fıkrasındaki gibi: Tuvalet kağıdı yaparlarsa, o zaman boku yedik.
·         Bu kitap herhalde bir buçuk milyon satmaz ve toplatılır.
·         Bu kitabı genelkurmay, oğlu olan her eve bedava dağıtmalı.
·         Savaş, savaşanlar hariç, herkesin işine yarayabilir.
·         Savaş, bölgedeki TC denetimini sıfırladı. Uyuşturucu trafiği, bu bölgede kavşak yarattı.
·         Her iki tarafta da savaşanlar için, bu savaş  yaşamlarındaki en anlamlı deneyimdi.
·         Savaşta, en büyük çelişkiler, nokta teması yanyana var olabilir.
·         Başkalarının öldürülmesi üzerine konuşmak kolaydır.
·         Savaşı yazmak çok zordur.
·         GATA, askeri cerrahi konusunda Dünya'ya bedava bilgi sunuyor.

ŞÜKRAN


Yazarıyla aynı tutum ve davranışları paylaşmasak da, hele hele Kürkçü'nün varlığı olayı 'Ateş Altında' vakası kılıyorken bile, bu kitabın gerçekleşmesine katkıda bulunan herkese saygılar ve teşekkürler.
Dağdakiler, Birakuji, Kırık ve Güneydoğu Öyküleri, kırıntılardı. Bununla gerçek çığ gelecek. Adlarını vermeseler de (ki haklılar), anlatıcı (daha doğrusu yaşayıcı) 42 kişiye sevgiler ve saygılar...
Siz yaşadınız ve yazdınız, biz öğrendik.
(Mayıs 1999)

METİN KAÇAN VESAİRE

Yıllardan beri vurguladığım bir konu var: Akademik tezlerin (lisansüstü olsun, doktora olsun) içindeki bazı eserlerin, basılan nice kitaptan çok daha nitelikli içerikte olduğu… (Doğrudur: Akademik tezler, anlatım açısından kurudur ama konusunun derinine inerler.)
Nedir ki yayıncılar, herhalde ‘satmaz’ mantığıyla, onlardan hep uzak dururlar. Oysa;  ‘Bir Entellektüel Olarak Oğuz Atay’ (Gündoğan Yayınları, 1991) kitabı; hem bir yabancının yazmışlığı, hem de Türkçe'de entellektüel-entelejensiya ayrımını irdeleyen (neredeyse) biricik eser olması açısından özgün bir örnektir.
Bu kez, yine böylesi bir tez tanıtılacak. Bırakalım kendini tanıtsın:
“Bu çalışmanın amacı, 1990’larda bir kısım Beyoğlu entellektüelinin ‘öteki’ ile olan ilişkisini, Metin Kaçan ve romanı ‘Ağır Roman’ hakkındaki tartışmalar üzerinden anlamaktır.
Çalışmanın teorik çerçevesini, popüler metinlerin ait oldukları zamanın toplumsal anlam/anlamlandırma kalıplarını anlamak açısından özel bir önem taşıdıkları varsayımı oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, bir kısım Beyoğlu entellektüelinin ‘öteki’ni kavrayışı ‘sahicilik’ sorununa indirgendiğinde, bu ‘sahicilik’ tartışması etrafında takınılan ikircikli tutum, Beyoğlu entellektüelinin etik veya estetik konumları kavrayışının bir gerilimi (açılımı bu çalışmanı kapsamı dışında kalan) ortaya çıkarıyor.”
Geçelim ‘İçindekiler’ine:
(Sürpriz: Boğaziçi Üniversitesi’nin eğitim dili öyle olduğu için, metin İngilizce. Kıyak olsun diye, Türkçe’sini yazıyorum.)
“Giriş, Çalışmanın Devimselleri, Metinsel Çözümleme, İmacı Yazardan Nasıl Bilgi Alınır, Çalışmanın Özeti, Karakterler, Reco, Salih, Toplum, Ne Tür Bir Toplum, Kolera Birikmez, Sonsuz Zevkler ve Şimdiki Zaman, Kolerada Ne Olup Biter, Kim Ne Yapar, Roman Hakkında Çıkarsama, Alan Çalışması, Dolapdere Anlatısı, Uyuşturucu Kullanımı, Şiddet, Metin Kaçan: Dolapdere’den Bir Yazar, Hikaye Anlatıcı ama Yazar Değil Metin Kaçan, Metin Kaçan – Latife Tekin, Çelişen Hisler ve/ya Otantik Öteki, Metin Kaçan’in Kendi Anlatısı, Çıkarsama, Referanslar.”
Uzun mu oldu? Öyleyse, gelelim sadede…
Şahsen ‘Beyoğlu entellektüeli’ kapsamına girer miyim bilmiyorum. On yıldır orada mukimim ve mecburen entellektüelim.
‘Kendi’ için ‘öteki’ olan psişik bir şizofrenken, bunu kavramlaştırarak bir dünya görüşü olarak benimsedim. Artı on yıllık bilfiil sokak yaşantısı, tüm ötekileri kendim denli iyi anlayabilmemi sağladı. Asla ‘bu insan, bunu niye yaptı?’, demem.
Metin Kaçan’ı şahsen tanırım. Onu meşhur eden skandal sırasında, gözlemciden yakın pozisyondaydım. Sevdiğim bir canı ruhen gömdüğünü gözlerimle gördüm.
Tez hocalarından biri, Nilüfer Göle. Hani, sol gösterip sağ vuran, zihin varlığından çok, yakışıklılık imajına düşkün, Fransız feylesof Bernard Levi çizgisini taklit eden, akademisyen hanım yazarımız…
Tersini savunmasına karşın, metin varlığın (: ontikin) yerini imajın almasını olumluyor demeyeyim de, seyrediyor. İşte bu tam da,  Boğaziçi Üniversitesi mezunu (1955-1960 doğumlular) yeni sağımsı-osmanlıcımsı-liberalimsi enteğinin yanki malı ideolijisizliğinin referansıdır (ben de oradan mezunum, o yüzden bu denli kesin konuşuyorum): Kapıcısından tiksinirken, onun oturduğu daireyi satın almasını, bir de oğlunun medyatik bir yazar olmasını hayret-gıpta karışımı duygularla seyreden evsahibi (aslında eski İstanbullu demek lazım ama onların soyu tükendi) .
Hal üle ise, gel büle…
Ya, bir de, Türkiye’de değerli bir şey yapılmıyor, denir. Evet, yayıncılar… İşte, size hazır lokma… Dandik gavur kitaplarını çevirteceğinize, bu kez de bir gavurca Türk kitabını, belki de hem de yazarına, çevirtin… Bu kitap, çok değilse bile, epeyi satar. (Yazar da dermiş ki: Sana ne, sen de nereden çıktın, ben tezimi bastırmak istiyor muyum? Ya da kitap, çoktan basılmış bile…)
Not: Eser, Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nde, tezler bölümünde, kuzu kuzu yatıyor. Kütüphaneye dışarıdan, aidat karşılığı üye olunabiliyor. Tanıdık bir öğrenci bulursanız, tezin fotokopisini alabilirsiniz.

(Temmuz 1999)


GÖLGEDE KALAN YILLAR

Memet Fuat, Adam Yayınları, 1998, 500 sayfa.

Aslolan ölümdür. Bir yaşamın ustalığını saptayan sonul davranış, ölümünü nasıl karşıladığı ve/ya belirleyebildiğidir. Ölürken yazılanlardaki tümceler ve sözcükler lif lif dağılır. Arşimed’in dünyayı yerinden oynatacak noktasının tersine, ‘n’etsen n’eylesen zait’tir. Evet, Memet Fuat ölüyor. Ölürken yazıyor. Böylelikle, Beşir Fuat’tan bu yanaki yazınımızda az raslanan bir örnek oluşturuyor. Oğuz Atay’ın ‘geç başlayıp erken bitirmesi’nin tersine, Memet Fuat’ın çok zamanı olmuş. Ve ne yazık ki hep A.H. Tanpınar’ın beyhude ve nafilesini eylemiş. Kitabı okumadan önce, güncemde şöyle yazmıştım:

“Bir anekdot: Son bir aydır her zaman gittiğim kahvede birini görüyorum. Gözüm bir yerden ısırıyor. Emin değilim ama belki M.F.’tır. Üzerinde Mustafa Irgat’ın ölmeden önceki duyguküresi var. Yaşamı son bir kez tavaf etmek. Neden insanların aklı başına, o da çok geç olarak, ölürken geliyor?”

Pahalı olduğu için kitabı kitapçıda 5 taksitte okudum. Her 100 sayfada bir (son 200 sayfa son taksitti) M.F.’ın yaşamında dönüm noktaları oluyordu. Kitap bittiğinde, Memet Fuat yeni yazar olmuştu. 70 yıl yaşa, 35’ini yaz. Bu açıdan kitap eksik ama biyografi o denli darma dağın ki bu biçimiyle bile onu okumak insanın duygularını kırıp döküyor. Örnekse. ‘O canım has İstanbullular’, paşa yadigarı konaklarının bahçesini parselleyip parselleyip o hödük Anadolular’a satıyorlar. Bu süreç 20 yıl alıyor. Her nasılsa, sonra da bunlar 'güzel insanlar'’oluyorlar. Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş.

Memet Fuat’ı Memet Fuat yapan nedir? Nazım Hikmet’in üvey oğlu olması. Ben kitabı okurken bile, konuştuğum kişiler, onu Nazım’ın öz oğlu sanıyorlardı. M.F. bu yanılsamayı 60 yıl taşıdı ve 40 yıl pazarladı. (Bir dipnot: ‘Sağcı’ Delile yayınları, ‘Boğaz’daki Aşiret’te TC’de ilk kez Nazım’ın öz oğlu Memet Hikmet Kosecki’nin bir fotoğrafını yayınladı. ‘Solcu’ yayıncılarımızın bundan özellikle kaçınmaları bir şerh konusu.) ‘Piraye’ye Mektuplar’, M.F. tarafından ‘elden geçirilmiş’ bir versiyon. (Yine bir şerh: ‘Nazım’dan Müzehher Va-Nu’ya Mektuplar’ da, yazılanınca ve yazanınca elden geçirilmiş. Bu ‘müdahale’, TC’de insanların dürüstsüzlüğü için çok uygun ve üzücü bir örnek.)

Yaşa ve öl. Yaşa ve yaz. Öl ve yaz.

Ölüm üzerine, benim için bile ilginç bir deneyim oldu bu kitabı okumak.

(Bu yazı yalnızca bir ön taslak sayılsa gerek, devamı olmalı.)

(27 Ocak 1998)

Ek 1:

1. Not: Aradan iki yıla yakın bir süre geçti ve M.F. hala sağ. Saçmalıklarını bıraktığı yerden hala sürdürüyor.

Bu yazının devamı, o öldükten sonra yazılacak.

2. Dipnot: Mehmet Fuat öldükten sonra, son 1.000 günlük yaşamını içeren güncesi ‘Üstü Kalsın’ yayınlandı. Orada yanıtları kendi veriyor.

Hitam

(12 Ekim 1999)


DOĞRU TÜRKÇE

Şiar Yalçın, Metis Yayınları, Ocak 1998, 232 sayfa.

Şiar Yalçın gibiler, işin kolayına kaçıyorlar. Dil polisliği yapıyorlar. Türkçe, 75 yıldır kaotik devimsellikte bir dil. Üçte bir oranında kendinden/özünden, üçte bir oranında Batı-Avrupa dillerinden, üçte bir oranında Doğu-Asya dillerinden besleniyor. Böyleliği sakıncalı değil, tersine çok verimli.
Bu genel eleştiri.
Aslında öyle yapılmayası olmasına karşın, onun gibi davranılıp nokta nokta özel eleştirilecek.
(s: 9) Sırbistan mı, Sırpistan mı; Hırvatistan mı, Hırvadistan mı?
(s: 20) ‘parabol’ mu, ‘parabol’ mu?
(s: 32) ‘görmezlik’ mi, ‘görmemezlik’ mi?
(s: 34) ‘ki,’ mi, ‘ki’ mi?
(s: 35) ‘ne ne’ mi, ‘ne , ne’ mi?
Başta ‘cümhuriyet’ yazıldı, sonradan ‘cumhuriyet’, hangisi daha doğru?
‘I’, ‘İ’den önce mi gelir, sonra mı?
Nerede ‘kafa’, nerede ‘baş’, nerede ‘kelle’?
Nerede ‘denli’, nerede ‘dek’, nerede ‘kadar’?
‘Negatif’, nerede ‘eksi’, nerede ‘olumsuz’? Her iki anlama da gelince, ne kullanılacak?
‘Soykırım’ mı, ‘soykırımı’ mı?
(s: 59) eloğlu, ‘Moustapha’ diye yazıyorlar da, biz neden ‘Henri’ yerine, ‘Henry’ yazmayalım?
(s: 59) ‘televizyon’ mu, ‘uzgöreç’ mi?
‘Jazz’ mı, ‘caz’ mı, ‘rock’ mı, ‘rak’ mı?
‘Gömlek’ sözcüğünün 26 çeşit söylenişi var; hangisi, en doğru?
(s: 90) ‘Beyoğlu’na’ da olabilir, ‘Beyoğlu’ya’ da…
(s: 103) ‘Said’ de olur, ‘Sait’ de…
Sonsöz: Nurullah Ataç’ın uydurduğu 1.000 sözcüğün hiçbiri (kullanılmasa da) yanlış değil…

(3 Mart 1998)


FAKİR BAYKURT İÇİN

Fakir Baykurt da öldü… Yazımına başlayıp birinci ve ikinci cildinin yayınını görebildiği, Cumhuriyet Türkiyesi’nde benzerine çok az raslanan, sekiz ciltlik özyaşamöyküsü geriye yadigar kaldı. (Aziz Nesin gibi, sekizde iki-üç yapıp bırakmadı.)
Son bir kaç yıldır, Cumhuriyet döneminden kalan üstadlar birer birer gidiyorlar. Salah Birsel zihnimde iz bırakmadı ama Baykurt öyle değil.
Emekli olduktan sonra Baykurt, yurtdışı seçeneğini kullandı. Bir köylü olarak başladığı yaşamını, bir avrupa büyükkentlisi olarak tamamladı. Henüz Almanya’ya gitmeden önce, köylünün kenti düşman olarak algıladığını söylemişti (Milliyet Sanat Dergisi, 1978 civarı). İlginç bir iç başkalaşım yaşamış olmalı.
Onun gibileri gömmek için faşistlere para dökenler, artık onun kitaplarını övecekler ve hatta ileride basacaklar da…
O, yeni on / yüz / bin yılı göremedi ama gelecek hep geliyor ve uzun sürüyor. Türkiye, Avrupa ve Dünya yeni değişimlere gebe. Bunun sancılarını çekenler için Baykurt, bir süre okunası çekiciliğini yitirecek ama ondan sonra sorunların eskilere benzeşik olduğu anlaşılınca, eski defterler karıştırılacak; onunkiler de tabii ki…
Geriye otuzun üzerinde eser bıraktı. Çok az insan için çekine çekine diyebileceğimizi, onun için gönül ferahlığı ile söylüyoruz: Onuruyla yaşadı, onuruyla öldü.
70 sene çektin, sıra bizde…
Hoşça kal…

(12 Ekim 1999)


FETHİ NACİ’NİN ELEŞTİRMENLİĞİ İÇİN

Fethi Naci elli yıldır eleştiri yazar ama yalnızca belirli Türk romanları hakkında. Bu; sanat dalları açısından on binde birlik, edebiyat dalları açısından binde birlik bir, Türkiye açısından yüzde birlik oran demek. Kendini baştan binde bire boğan biri, eleştiri özgürlüğünü kullanamaz ki… Eleştiri, tanım gereği uzmanlık değil, disiplinlerarasılık içerir. Ayrıca hakkında yazılacak yüz tane Türk romanı veya öyküsü yok ki… F.N., bu yüzden eleştirilerinde incir çekirdeğine eziyet geyikler yapar. Bizim yazarlarımız, romanlarıyla veya öyküleriyle  iyiyi mi, doğruyu mu, güzeli mi ortaya çıkardılar? Hayır. F.N. metinlerde neyi bulup da yazacak?

Hamiş: Anılarının son tümcesine taktım bir de: Ölümü tanıyan biri, öyle ‘nayır nolamaz’ kılıklı laflar etmez. Acıları tanıyan biri, oturur acıları yazar. F.N. hangi eleştiri metninde acıyı tatmış ki? Bıktım artık bu ot gelip sap gitme vakalarından…

Şerh: Yayıncılığı / editörlüğü (Gerçek Yayınları) yargı dışı bırakıldı.

(14 Ekim 1999)


NAZIM’IN KATİLİ VERA


Nazım’la Söyleşi, Vera Tulyakova. Cem Yayınevi, 1989, 442 sayfa. Milliyet Yayınları, 1999, 200  sayfa.

Girizgah saptamalar:
1. Nazım kadınlara şiir yazmayı severdi. bu davranışın bayağılık derecesini saptamak çok zor. Hem şiir yazmak, hem de kadınlara şiir yazmak, çok öznel iki davranış. Kendisine şiir yazılınca süzüm süzüm süzülmeyen kadına raslamadım. (Bu, yazarın da kadınlara şiir yazdığı anlamına geliyor.) Sorun, Nazım’ın aşktaki abartı düzeyi ve insanlara çok kolay sırt dönmesi. O nedenle, yalnızca dürüst olmamakla sıfatlandırılabilir.
2. Nazım, evli kadınları ayartmayı severdi. Münevver ve Vera, bunun iki bilinen örneği. Bu davranışın bayağılığını şıppadanak saptamak, çok basmakalıp bir davranış. Yalnızca ava gidenin de avlandığını belirtmek uygun. Kadın-erkek ilişkisi, dünyanın tüm kültürlerinde faşistçedir. Birinin diğerini, kimi yer değiştirerek sömürmesi, aldatması, ruhunu (ve değer yargılarını) öldürmesi olarak yaşanır.
3. Nazım olmasaydı Vera hiçti. Nazım 1965’te öldü. Şimdi tarihe geçmiş bir şair. Vera 1998’de hala sağ ve hala hiç. Milan Kundera, Ölümsüzlük’te sıradan kadınların, ‘olağanüstü’ denilen erkekleri kullanarak nasıl tarihe geçtiklerini yazar. Oradaki örnek, alman yaşlı şair Goethe ve genç Beatrice’tir. 1984’te kendi gözlerimle, Oğuz Atay’ın ikinci karısının ve ondan olma kızının (o zamanlar kkitap olarak henüz basılmamış olan) Günlük’ün elyazmalarını nasıl madden ve manen pazarladığını gördüm.
Şerh: Seyrek de olsa, bu açmazda kadınla erkek yer değiştirir. TC’sel örnek: Kulampara ve zampara iki yaşlı erkek, genç bir şair kadını gömdüler.
Kitaba geçelim:
Nazım, öleceğini bilir. Horoz ölür, gözü çöplükte kalır. Giderayak son bir fındık kırmak ister. Gözüne Vera’yı kestirir. (Sinağrit Baba aldanır.) Onu kocasından ayırır. Birlikte olur. Vera, asla onu sevmez. Bunu kitapta kezlerce yazar. Hiç sevmediği halde, Nazım’ın ona yatağında ikram ettiği türk kahvesini höpürdetir. (Kurt kocayınca eşeğin maskarası olur.) Buraya kadar sorun yoktur. Sorun şurada başlar:
Vera, Nazım’ın öleceğini bilir. Onun ölümünü hızlandırır, çünkü onun ölümünden sonra onu sömürecektir. (Aziz Nesin: ‘Hiç Bozulmaz Ustanın Keyfi Bugün’de, benzer bir temayı yazmıştır.) Elcağızıyla yakışıklı bir ceset inşa eder. Gerçekleri saptırır. Kendine bir aşk hikayesi uydurur. Üstüne üstlük bir de kitap yazar.
Kitabı 1989 yazında okudum. Bunları hissettim. Hep notlar aldım. Düşüncelerimi başkaları paylaşmadı. 1990’da Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda Nazım gecesi yapıldı. Vera oradaydı. Nazım yaşamalıydı ve rezilliği görmeliydi. O gece Nazım için gerçekten ağladım.
Benzeri durumlar benim de başıma geldi. Mektuplarım dişilerce çalındı, vb. Fazla ahlakçı görünebilir ama kol emeğimin sömürülmesine aldırmam ama beynimin sömürülmesine çıldırabilirim. Hele yumurtlayan tavuğun ırzına geçip katledenlere  dayanmam, hiç mi hiç gerekmiyor. Vera, Nazım’ın olası yaşamını enaz 5 yıl kısalttı. Münevver’i Polonya’ya postaladı. Kendini putlaştırdı. Nazım’ın beyin emeğini sömürdü. Onu gömdü.
Vera kültürel faşisttir…
Kahrol Vera…

(13 Ocak 1998)

‘SİEG HEİL’ METİN ERKSAN


Mare Nostrum, Hil yayınları, 1997, 125 sayfa.

Metin Erksan, bir zamanlar en zeki Türk yönetmen sayılırdı. Buna emin değilim... Bu yazıları yazdın. Tamam anladık. Cumhuriyet gazetesi bunları on iki yıl boyunca nasıl yayınladı? Onu anlamadık. Hadi, onlar teke tek geldiği için pas geçtiler. Hil Yayınları, bunları ne demeye biraraya getirip kitap yaptı? 1. Dünya Savaşı çıktığında tüm Avrupa sosyalistleri kendi ülkeleri için birbirlerini öldürdüler. Almanya 'komünist devrim' olacak derken, bir karşı devrim oldu. Faşizme ve Hitler'e giden yol açıldı. Emperyalizm zor zanaattır. Bir çok iç ve dış savaş gerektirir: Bakınız 500 yıllık Avrupa tarihi. 30 Ocak 1998 tarihli Cumhuriyet'in ilk sayfasında bir MİT elemanı, Azerbaycan'da darbe yapmak için, Çatlı'yı nasıl kullandıklarını ballandıra ballandıra anlatmış. Aynı nüshanın son sayfasında, bir zamanların TKP üyeliği aday adayı olan (ama reddedilen), şimdinin yeni osmanlıcısı (jöntürk (genç türk) değil) moruk Türk Attile İlhan, 'Önce Türkiye' diyerek, Azerbaycan'dan Kamçatka'ya uzanan bir 'Turan Sosyalist Cumhuriyeti’ kurmayı düşleyen Sultan Galiyev'i ballandıra ballandıra anlatmış. Nasyonal sosyalizmin TC versiyonu, ümmi (hem okumazyazmaz kara cahil, hem de ümmet anlamında) milliyetçilik oluyor. Buna sağ da çanak tutuyor, sol da... Simaviler'den Nurollar'a TC burjuvazisi, önümüzdeki 15 yıl için 150 milyar dolarlık silah pazarından pay kapmak için yarışa girdiler bile... Entelejensiyaya da ayakçılık düşüyor.

TC er geç dış savaşa girecek. Herkes gözüne bir ülke kestiriyor. Bazıları için aday Yunanistan. 'Solcu tarihçi' Mete Tunçay, Yunanistan'a gidip 'Türk genelkurmayı Oniki Adaları istiyor' diye demeç veriyor. Metin Erksan da on iki yazı boyunca Yunanistan'ı kolay lokma kılma peşinde. Kuşkusuz 1919'da Yunanistan Anadolu'yu işgal etti ama Misak-ı Milli sınırları Oniki Adalar'ı içermiyor (ama diğer savaş aday adayımız Suriye'nin üzerinde hak iddia ettiği Hatay'ı içeriyor).

TC'de barış, Dünya'da barış. Sayıyla kendinize gelin beyler. Savaş TV'de durduğu gibi durmaz. Herkesin kanı kırmızı akar. Savaşa yollayacağınız torunlarınızın da...

Yazar, TC'nin ne iç savaşında, ne de dış savaşında taraf değil ve bertaraf da edilemeyecek.

'Sieg Heil' Metin Erksan ama Leni Riefenstahl olmak için çok kartsın.

(Şubat 1998)

HATIRLIYORUM

Marcello Mastroianni, Çeviren: Ayça Gülsoy, Can Yayınları, 1999, 171 sayfa.

Ölenin ardından nasıl konuşulur? Nasıl konuşulmaz?

Marcello Mastroianni, bir oyuncuydu, hem de en başarılısından… Yaşadı ve öldü… Oynadı ve şaşırtıcı biçimde yazdırdı da… Sonuç: Elimizdeki kitap…
Yalnızca oyuncular değil, çoğu insan da, içinde bırakıldığı statünün repliklerini yineleye yineleye, onları çıkaramamacasına giyinir. Artık onlarsız bir hiçtir. Bradbury’nin ‘Yüzsüz Adam’ı gibi, masklarının ardında hiç bir karakter yoktur, kalmaz, barınamaz… Mastroianni de, yıllarca ‘yakışıklı salak’ı oynaya oynaya öyleleşmiş. Yüzündeki o düz ifade, ruhuna da sinmiş: Ben bir hoşboşum…
Mastroianni, sinemanın ‘katarsis için katarsis’ (eğlendiren kaçış hayalleri) bölümünde yer aldı. Onun yarattığı hoşboşluktan hakiki varlığına yer kalmamış. O zamanki filmlerin bu niteliğini gözönüne almaksızın, televizyonu aptal kutusu olarak nitelendirmiş.

Oyuncular, bir tuhaf insanlar… Hem sabun köpüğü parlaklığının hafifliğini seviyorlar, hem de varlık ağırlığı istiyorlar.

Mussolini de oynadı, Mastroianni de; Mussolini de yalan söyledi, Mastroianni de…

Hep diyor ki: Para veriyorlar, para veriyorlar… Orospuya da, olmadığı bir şeyi oynaması için para veriyorlar. Ne farkı var ki?

Sonuç: Kendi adını kendi koymuş: Çadır tiyatrosu maskarası… (sayfa: 70)

Muşmulayı düşünürsünüz, genziniz kekrer; muşmulayı yersiniz, damağınız kekrer. Marcello’nun otobiyografisini 5 yıl önce düşünmüştüm, aklım kekremişti; şimdi okudum, duygularım kekredi.

(1 Ekim 1999)
 

GODOT GELMEYECEK, GİDECEK…

ABSÜRD TİYATRO, Martin Esslin, Çeviren: Güler Siper, Dost Yayınları, Ağustos 1999, 376 sayfa.

INSTALLATION ABSURDUM

Samuel Beckett’in ‘Godot’yu Beklerken’i, 19 Kasım 1957’de San Quentin cezaevinde 1.400 mahkuma sahnelenir. Korkulan olmaz. Mahkumlar sessizce seyrederler. Oyundan sonra, mahkumlardan biri, ‘Godot, toplumdur’; diğeri ise, ‘o, dışarısıdır’, der. Cezaevindeki bir öğretmen ise, Godot gelseydi, mahkumların düşkırıklığına uğrayacaklarını bildiklerini söyler. (Sayfa: 21.)
Yazar, kitabının önsözünde şöyle diyor:
“Çağımızda, anlaşılamaz bir öncü yapıtın, kolayca anlaşılır bir klasiğe dönme hızı şaşırtıcı ve bu da yalnızca insanların yeni çığırlar açan sanat yapıtlarıyla karşılaştığı zamanki ilk tepkilerini unutmaya hazır olmalarıyla açıklanabilir.” (Sayfa: 13.)
Biraz yanıltıcı bir saptama:
Seyircinin, hatta yazarın ve eleştirmenin de gözden kaçırdığı şudur: (Şimdi ve Burada) Absürdün dehşeti gitmedi, tıpkı Kafka’nın dehşeti gibi… İnsanların onu dinlemeye açıklaşmalarının nedeni, tehlikenin geçtiği yanılsamasıdır. Depremden bir hafta sonra haberler az acıtır, bir yıl sonra ise hiç acıtmaz ama bilmem kaç yıl sonra deprem yine olur ve yine acıtır (şiddetin absürdü de, diyelim toplama kampları, Austwitz 1941 ve Bosna 1996 da öyle). İnsanlar, acılardan ve ölüm korkusundan kaçarlar ki bu kültürü öldürücü bir niteliktir.
Absürd tiyatronun bir açığı var:
Adorno, haddini aşarak, toplama kamplarından sonra şiir yazılamayacağı konusunda fetva verir. (Bir japon yönetmen ise, Hiroşima’nın filminin çekilemeyeceğini savunmuştu ama ‘H-bomb’ filme çekilebildi.) Yanlıştır: Toplama kamplarını, oradan sağ çıkanlar yazabilirler-di, yazmışlardır da… İlk kararları, susmakmış; çünkü, anlayabileceklere anlatmak gerekmediğini, anlamayacaklara da anlatmamak gerektiğini düşünmüşler. Sonra iki Levi yazmışlar. Biri intihar etmiş. İşte, absürd tiyatro ancak bu noktadan sonra başlayabiliyor; yani, ölümün saçmalığına doğru tek başına yol al(a)mamış olarak... O nedenle mahkumlar, oyunla doğrudan duygusal temas kurabiliyorlar. Bir idam mahkumu ve/ya ölümü kesin bir kanser hastası, oyuna çok farklı tepki verirdi. (Yeterince cesursa, yalnızca gülümserdi ama ölümden korkmak asla ayıp değildir.)
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var. TC’de 40 yıldır bekliyoruz. Özal gitti. Türkeş gitti. Evren, Demirel, Erbakan ve Ecevit de gidecek. Bir gün gelecek, yazar da gidecek. İşte, bu çaresizce ölümü bekleyiş, o mahkumların bekleyişinden trajiktir: Absürd alla turca… Bunu hiç bir türk sanatçı, hiçbir sanatsal alanda dilegetiremedi…
Arka kapakta şöyle yazılmış (faili meçhul):
“Aydınlanma Çağı ile başlayan ve Nietzsche ile ‘tanrının öldüğünü’ ilan eden dinsel inanç yitikliği, radikal toplumsal devrim umutlarının sönmesi, iki dünya savaşı ile ırkçılık ve barbarlığa dönüş… Her türlü ümit teminatları, bütün keskin anlamlar için yapılan açıklamaların maskeleri, birer anlamsız hayal, boş sözler olarak yere düşmüştür. Hiç kuşku yok, bir çok insan için 20. Yüzyıl anlamından çok şey kaybetmiştir. Böylesi bir anlam yokluğu duygusu, ‘dil’in kuşku ile karşılanışına doğru gider. Bunun sonucu olarak da absürd tiyartro, anlamını yitirmiş bir dünyaya ve dilin fosilleşmiş biçimlerine yapılan saldırılarla, dikkate değer bir biçimde ortaya çıkar. Absürd; düş, bilinçaltı, ve zihinsel dünyayı paradoksal bir biçimde yüceleştirme ve bu içsel manzarayı imgelendirmek için, sahnesel metaforu bulabilme kapasitesine sahiptir. Kötümser olsalar da, yalnızca yılgınlığın dışavurulması demek doğru olmaz. Absürd oyunlar için; bildirilerinin arkasında yatan meydan okuma ise, yılgınlıktan başka herşeydir. Kolay çözüm yollarından, insana rahatlık veren hayallerden arınmak, insana acı verebilir ama bu arınma, arkasında bir kurtuluş ve özgürlük duygusu bırakır. Absürd tiyatro, işte bu yüzden  yılgınlık gözyaşları değil, özgürlüğe kavuşmanın verdiği kahkahaları uyandırır insanda. Evrensel kaos, dilin parçalanışı ve insanlığın armonik imgesini eksikliğini yansıtmak için, yapısal temel olarak benimsenen asbürd tiyatro, şimdiden tiyatro tarihinde yerini almıştır.”
Neresinden başlansa?
Aksiyolojik vakum (: anlamsal boşluk) var; doğru. İşte; olumsuzlanması değil, olumlanması gereken bu. Daha önceki tüm ‘anlam-lı’ denilenler de abuksamaydı; yani yaratılmış tüm kültür modları. Şimdilerde yalnızca yeni bir tane daha ekleniyor: 1. Sanayileşme’ninki. Ölen global değil, yerel bir sistemdir, yani Batı Avrupa’nınki…
Devrim umudu yitmedi ama anlamı çook değişti… Gelecek hep gelir ve uzun sürer… Devrimler de öyle…
Boş söz olana, yalnızca ideolojik olanlar değil, (post-modern tarzı) ideolojisizlik olanlar da, dolayısıyla absürd (ki tümüyle post-moderndir) de dahildir. Buna ‘imge-slogan’ denebilir. Sözün içi boşaltılmıştır, absürdde de öyle…
Her türlü ümit teminatlarını terk değil, körü körüne kabul arttı. Irkçılıklar ve şeriatçılıklar, başka nasıl yeniden yükselebilirdi?
Kesin açıklamalar, 20. Yüzyıl’ın değil, 19. Yüzyıl’ın mekanik determinist takınağıydı. Bilim bitti, her şey sonsuza dek açıklandı sanılıyordu. Aradan yüzyıl daha geçti ve hala bilim eksik…
Absürd, sanıldığı gibi dille uğraşmaz. Dille, Wittgenstein ve Handke nezdinde Avusturyalılar, takınaklıca uğraşırlar ama onlarınkine de ‘absürd’ denemez. Olsa olsa, ’biçimcilik takınağı’ denebilir.
Görüldüğü üzere pek çok kez, ‘takınak’ deniyor. Bu duygu, ‘angst’ (: kaygı-endişe) olsaydı; elde ‘saçma’ değil, ‘dehşet’ (daha uçta ‘kaçırıcı panik’) olurdu.
Bilinçaltı (düş,vb) ile absürd değil, sürreel uğraşmıştır. ‘Gergedan’ ve ‘Godot’ imgeleri, gerçeküsü değildirler.
Absürd, metafor değil, mecazsızlık kapasitesine sahiptir. Gergedan asla, duyarsız bir canlı değildir.
Yanılgı: Absürd tiyatro, prematüre doğmuş ve hemen öleceği belli bir bebeğin agu bugularıdır (yani aslında yıl 2000’de rahmetlidir).
İnsanın ahengi (armonisi değil), Batı’nın değil, Doğu’nun yaratısıdır ve üç bin yıldır işlemektedir; tabii ki kullanabilmeyi becerenin ellerinde…
Absürdün umut, vb getirdiği önesürümü tam bir saçmalıktır. Ne Beckett, ne de İonescu, mücadeleci bireyler değildi. Dervişin fikri ne ise, zikri de odur. Absürd şöyle der: Başkaldırsak iyi olur yani ama canım sıkılıyor üff... Bu arada, söz (ve oyun) konusu kahramanımız cırk olmuştur bile…
Onca cümlenin içinde, bir tek sonuncusunun son parçası doğru ama o da yalnızca pek pek elli yıllığına…
Faili meçhulun imlasına da, ‘mefailün failün’ yani…

KİTAPSAL PARÇALAR


Alıntı: Öz, algılanandır. (S: 69)
Yorum: Beckett; sözü boğar, dolayısıyla özü susturur.

·          

Alıntı:  Orada ne var? Her şeyden önce, ben varım, biliyorum. Ama ben kimim? Kendimle ilgili bütün bildiğim, acı çektiğim. Ve eğer acı çekiyorsam, bunun nedeni, kendi kaynağımdan kopma, ayrılma olasılığı.
Ayrıyım. Neden ayrı olduğumu söyleyemem. Ama ayrıyım. (S: 79)
Yorum: Adamov, metafizik üzüntü değil, melankolik yeis hiç değil…
Kafka da acı çekiyordu. O da ayrılamadı. Ama ayrılmanın gerekli ölduğunun, ta yüzyılın başında ayırdındaydı.

Alıntı: … Dünyaya bir ileti göndermek, onun gideceği yönü belirlemeyi istemek, onu korumak, dinlerin kurucularınnı, törelcilerin ya da politikacıların işidir… (S: 106)
Yorum: İonesco, yalnızca söz dolambacıdır. Tynan’ın dediğince, peygamberliğe soyunması yakalanınca, inkara kaçıyor.
Ayrıca; birşeyler söylemek, söyleyeceği birşeyleri olanların hakkıdır. Kendi gevezece konuşurken diğerlerini susturmak, Fransa kaçkını bir Roman’ın işidir.

·          

Alıntı: Ben öykü anlatmak için oyun yazmam. Tiyatro epik olamaz … çünkü dramatiktir. (S: 151)
Yorum: Genet, kendini yansımaların yanılsaması oyununa gömer.
Bir: Epik tiyatroda da öykü vardır. İki: Epik tiyatro da dramatik olabilir. Üç: Öykü anlatmayan dramatik tiyatro da olabilir.
Genet, dünyayı anüs deliğinden gören bir hırsız olarak, ancak Sartre’ı aldatmıştır.

Alıntı: Tragedya için söylenecek şey artık gülünç olmamasıdır. Gülünçtür ve derken artık gülünç olmaz. (S: 190)
Yorum: Pinter, 20. Yüzyıl’da gülüncün trajedi değil, trajedinin komedi olduğunu görememiş.
Birinci Dünya Savaşı, ardından İkinci Dünya Savaşı: Dehşet verici… Üçüncüsü gülünç bile değil… Bir devrim: On milyon ölü. İki devrim: Yirmi milyon ölü. Dehşet verici… N’inci devrim: Gülünç… Kapitalizm: 1750: Haftada altı gün, günde on altı saat mesai: Dehşet verici. 2000: Haftada otuz saat mesai: Gülünç bile değil…
Pinter’ın taktığı küçük burjuvaları, ondan altmış yıl önce Çehov komedi niyetine oyunlaştırıyordu.

Bold’a çok uzun kaçan bir vurgu-çıkış


Absürd, başta öncü bir söylemdi. Çok hızla, neredeyse anında, kendi sabitlenmiş geleneğini yarattı ki özünde bu vardı: Basmakalıplık. ‘Godot’, yazıldığında bitmişti. Her oynanışı, dilegetirmek istediğinden çok  uzağa taşıdı onu… Buna kanıt, Beckett’in sonraları (tıpkı Joyce gibi) yaza yaza, sonunda bin beş yüz sözcüklük tekparça bir metni yazmasıdır ya da absürd sözsel değil, tözsel bir sorundu.
Absürd, ancak ve ancak, ‘negasyon + ayrılma’ yoluyla işlevseldir. Eğer, ‘pozisyon + statü’ yoluyla kullanılırsa, tam da olumsuzladığı şeylerden biri olur çıkar: Öldürücü bir söylem...
Aradaki fark, kitabın 1970 momentinin 2000 momentindeki izdüşümünden kaynaklanıyor. Zamanlar, geçtiğimiz otuz yılda çok değişti ve önümüzdeki otuz yılda daha da fazla değişecek.

VERİ TABANI DİPNOTLAR

Absürd ve Soğuk Savaş

Absürd, doğrudan soğuk savaş ürünü değilse de, onun yarattığı ortamda yeşerdi. 45 yıl hüküm süren iki kutuplu dünya modeli saçmaydı. Bu saçma oyunun başoyuncuları da casuslardı. John Le Carre, casus absürdünü, yani devletlerarası saçmasapan güç oyunlarını, çok güzel yazmıştır.

Joyce ve Beckett


Joyce’un ve Beckett’ın tanışması, hatta ikincisinin birincisinin sekreterliğini yapmışlığı, sinir(imi) bozucudur.
Joyce da, laf salatası biçiminde, saçmasapan yazar (dilin kendi saçmalığı ayrı, onu saçmalaştırmak ayrıdır). Onunkisi, tam da aşağıda anlatılan cansıkıntısındandır. Beckett'ın saçmasının, Joyce’unkinden bambaşka olduğunu söylemek, bu durumda zorlaşır.

Absürd, Küçük Burjuva Sıkıntısı Değildir


Burjuvazi, daha önceki benzeri öncülleri gibi, tüm yerleşikleşmiş sınıfların ideolojik dogmatikliğine sahiptir. Senyörler olsun, aristokratlar olsun, aynı açmazdan muzdariptiler: Güvenli ama tekdüze bir yaşam. Bu durumda hissedilen cansıkıntısı, saçmalık yaratmaz.

Reductio Ad Absurdum

Absürdcüler, deli (: akıldışı) değil, aşırı akıliçi oldukları için saçmadırlar. Mutlak doğruluk peşinde iz süren Aristo Mantığı bile, gevşek örüntülerinde anlamsızlığa varır; üstelik yalnızca koyutu ‘bazı’ ne tekil, ne de tümel olduğu için… (Absürdcüler delirselerdi, Kafka’yı aşarlardı.)
Absürdcülerin yanılgısı, yanlış tikellerden, yanlış tümeller genellemeleridir. Beckett’in İrlanda (İngilizce)  Fransa, Adamov’un Rusya  İsviçre (Almanca) (tikel bazında) referans kaymaları, Avrupa tümeli referans alınınca gülünçleşir, çünkü, ha Ali Veli, Veli Ali…
Not: Başlık, Latince’de ‘sonucunun saçmalığını göstererek değilleme’ (: veya diğer bir deyişle ‘olmayana ergi’) demektir.

Teşekkür


Dost Yayınları, tiyatro kitaplığı oluşturma çizgisini gayet güzel sürdürüyor. The Drama Review’un özel sayılarını (‘Grotowski’ gibi) da, Fassbinder’in tiyatro yazılarını da, ‘The Twentieth Century Performance Reader’ı (Routledge, 1996) da,  ‘Ajit-Prop Tiyatro’ gibi basımı tükenmiş, tiyatro üzerine kitapları da, Türkçe’de görmeyi umuyoruz. Emeği geçen herkesin eline sağlık…

(Eylül 1999)


GİDERAYAK BUKOWSKİ

Künye: Günce: kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi, Parantez Yayınları, Mart 2000, 119 sayfa.

Bukowski, günceden ve onu yazanlardan nefret edermiş ama hayret ki o da giderayak günce yazmış: Bir yaşamın dönülmez ufkunun özyaşamöyküsü…

Bukowski’nin ‘roman’ dedikleri de, özyaşamöyküsüdür aslında: ‘Ekmek Arası’, ‘Factotum’, ‘Postane’, ‘Holywood’, ‘Kadınlar’… Eh, güncesi de özyaşamöyküsü olacaktı elbette…

İnsan ölümü ne zaman düşünür? Ne zaman düşünmeli? Ölüm tehlikesi yaşayınca mı, yaşlanınca mı, asla mı?

İçmek, yaşlanmak ve yazmak… Sıradan insanların bu üçüne yaklaşımları çok basmakalıp… İçen, yaşlanan ve yazan birininki bile… Bukowski’ninki bile… İşte o nedenle, yumurta kapıya dayanmadan, bunlar hakkında serinkanlı kafayla düşünmek yeğdir…

Bukowski’de yumurta kapıya dayanmış, hatta küfe darmadağın… Bukowski de, Henry Miller da, 80’inde sevişmek isterlermiş. Bukowski, yeni milenyumu göremedi; Miller, ancak ‘Clichy’de Sessiz Günler’i yazabildi ve yaşayabildi (80 yaşında 18 yaşında bir gençkızın yanında iktidarsızca yattı). Öyle yaşarsan, böyle ölürsün…

Yaşamı sanat gibi yaşamanın uygunsuz yanı, onu yazdığında onun sanat olmaması… Yaşamı yaşarsın, içkiyi içersin, ölümü ölürsün… Hepsini birbirine karıştırırsan, hiçbirini beceremezsin…

Günce… Dürüst müdür? Ve alkolik, ve yazar, ve yaşlı, ve Bukowski?
Bukowski, darma duman dağıtıyor son deminde… Ve onun yazdıklarını okumak, çook acı verici...

(Nisan 2000)

GANDHİ : BİR ÖZYAŞAM ÖYKÜSÜ

Çeviren: Vedat Günyol, Otobiyografi, Cem Yayınları, Kasım 1997, 496 sayfa.

Hindistan bir garip ülke. 14 resmi dili ve Çin'inkini geçmek üzere olan, bir milyarı aşan nüfusu var. Tam bir kültürel mozaik teşkil ediyor. Kuzeyinin Asya-Avrupa arasında temel göç yollarından biri olması, kezlerce işgallere uğramasına yol açmış. Asıl yerleşikleri olan koyu derililer, açık derililer tarafından güneye sürülmüş. Bugünkü iç savaşlar sorunsalının temelinde de bu gerilim yatıyor. Bugün Müslümanlar, Sihler, Beluciler ve Tamiller, bağımsız yeni devletler kurma peşindeler. Böyle bir ülkenin yakın tarihçesinde çok önemli birinin özyaşamöyküsü, zihinsel ve kültürel bir çok şifrenin çözümünü verse gerekir.

Mahatma Gandhi (1869-1948), bugünkü Hindistan devletinin kurucusu sayılır. Ülkesini bir İngiltere sömürgesi durumundan, Birleşmiş Milletler'de Bloksuzlar (: Üçüncü Dünya veya 77’ler) Bloğu’nun lideri olmaya götüren yolda en az 25 yıl etkili olmuştur. 78 yıllık yaşamının 25 yılını yurtdışında geçirmiş olması ilginç bir yön. Siyasi savaşımını 'edilgin direniş' adı verilen yönteme dayandırmış, şiddeti dışlamış, aynı zamanda bir etyemezmiş. Ölümü bir Hindu'nun suikastıyla olmuş. 1945'te ilk devlet başkanı olan Carahavlal Nehru'nun (1889-1964) kızı İndira Gandhi (1917-1984) de (damat beyin Mahatma ile akrabalığı yok), onun oğlu Raciv Gandhi de (1944-1991) (son ikisi sırasıyla bir Sih ve Tamil tarafından yapılmış) suikastler sonucu öldürülmüştür.

Mahatma Gandhi savaşımını yürütürken, Hindistan’da bölünmeler yaşanmış. İlkin 1945'te Pakistan ayrı bir devlet olarak kurulmuş. Onun ölümünün ardından 1971'de o zamanlar Doğu Pakistan olarak anılan, şimdiki Bengladeş'te Pakistan birliklerinin Hindistan birliklerine yenilmesi sonucu, ayrı bir devlet daha oluşmuş. Kendisinin toparladığı ve hemen her zaman iktidarda kalmış Ulusal Kongre de sürekli iç bölünmeler yaşamış. 3 suikastın birden 'dış düşmanlar' tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu düşünmek safdilce olurdu. Malûmunuz Pakistan'da Butto'yu astıran Ziya-ül-Hak, bir helikopter kazasında toz oldu.

Özyaşamöyküsü bunları anlatamıyor; çünkü 1925 yılına kadar geliyor. Gandhi, yaşamının dini yönünü çok vurgulamış. Yumuşak başlılık hoş bir karakter özelliği. Ancak, ortalıkta kan gövdeyi götürürken 'yüce Rabbim ruhumu arıt' tavrı, bir Cayra'ya bile uymaz. Zaten edilgin direniş de, epey direnişçinin canına mal olduydu. Düşman, sen teslim olsan bile seni öldürür. Hele "insan ölse bile et yemez" tavrı (ki kitapta Gandhi oğlu için böyle bir karar veriyor), Hindistan'ı bir milyarlık bir mezbahaya çevirir. Yine de ne denilirse densin, 50 yıllık inanç tutarlılığı da ilginç bir durum.

Tüm anlatılanlardan sonra, kitabı ‘olmayana ergi’ yoluyla okumak gerektiğini vurgulamak gerek. Belki de barışın da savaş yaratabileceğini, akacak kanın damarda durmayacağını, yumuşak başlılığın da şiddeti sonuçsayabileceğini düşünmek daha yerinde olurdu.

Özyaşamöyküsü olması açısındansa, kitap bitince ‘bu adamın yaşadıklarından geriye (Hindistan'a) ne kaldı?’ ve ‘ben bunları okuyunca ne öğrendim?’ sorularının yanıtı ‘boş küme’ oluyor. Okuyucunun kişiliği, kitabı okuyup okumamasında belirleyici asıl etken. Bir vejetaryenin kitaba bayılacağı kesin, bir asinin ise sıkıntıdan patlayacağı da kesin.

(Aralık 1997)

SİBİRYA ARAŞTIRMALARI


Yayına hazırlayan: Emine Gürsoy-Naskali. Dil- derleme, Simurg Yayınları, 1997, 432 sayfa.

Simurg Yayıncılık yeni bir yayınevi. Yayanladığı kitaplar temelde Türk Dili ağırlıklı. Eski ve yeni dönem Türk Tarihi ve Kültürü üzerine kitaplar, bu sıralar çok-satar listelerinde yer almaya başladılar. Nedense Türk Dili, yayıncılıkta ihmal edilen bir alan kalıyor. Oysa ki bu konuda basılan bir kitap, yalnızca dünyadaki Türkoloji bölümlerine ve enstitülerine verildiği zaman masrafını çıkarmış olur. Tanıdığım bir sahaf, Simurg'un yayınladığı "Türkçe'nin Alfabeleri" (Talat Tekin) kitabı için 'kim ilgilenir ki?’, dedi. Merak ediyorum, gerçekten Türkiye'de hiç kimse ilgilenmez mi? Üç Yıldız Neşriyat'ın bastığı "Türk Dili Tarihi"nin basımı tükeneli yıllar oldu. Simurg Yayıncılık, acaba bu eseri de dağarcığına katamaz mı?

Bu girizgahtan sonra, sözkonusu kitaba dönelim. Eser bir derleme. Yayına hazırlayan Emine Gürsoy-Naskali, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü görevini yürütmekte. Eserdeki makaleler; 2-4 Nisan 1996 tarihlerinde, Türkiyat Merkezi, Alman Şarkiyat Enstitüsü ve Celal Bayar Vakfı tarafından ortaklaşa düzenlenen Sibirya toplantısında sunulan bildirilerden oluşuyor. Tebrike şayan durum; özgün dilleri Rusça, İngilizce, Almanca, Altayca ve Yakutça olan metinlerin, hem asıllarının, hem de Türkiye Türkçesi çevirilerinin birarada sunulması. Böylece hem kullanıcı alanı genişliyor, hem de akademik ciddiyete uyulmuş oluyor.

Sibirya, anayurdumuz sayılan Orta Asya'nın kuzeyi ile, Kuzey Kutup Denizi arasında, Urallar'dan Kamçatka’ya uzanan çok geniş bir alanın adıdır. Onlarca ırk, dil ve dinden insan barındırır. Dışarıdan bakılınca yeryüzünün en soğuk bölgesi, içeriden bakılınca yaratılıştan beri var olan bir bölge. Kitap, bu bölgede yaşayan halkların dili, demografisi, ekonomisi, folkloru ve kültürü üzerine geniş bir yelpazede seyreden bilgiler veriyor. Yine de, ağırlığın dil üzerinde olduğunu vurgulamak gerek. Dolayısıyla sonuçta başvuru kaynağı olarak konu meraklılarının muhakkak edinmesi gereken bir ürün.

(Aralık 1997)


1 – 2 – 3  SONSUZ

George GAMOW. Çeviren: C. Kapkın. Bilim.
Evrim Yayınları. 1997. İstanbul. 320 sayfa.

Bilim alanı, ortalama bir okur için korkulan bir alandır. O nedenle genelde uzak durulur. Yazar için de öyledir. Konunun bütünlüğü korunsa okurun anlamayacağı bir terminoloji içinde kalınır. Konu iyice popülerleştirilmiş bir dille anlatılırsa, bu kez suyunun suyu tatsızlığında kalınır. O nedenle bilim kitapları az bulunur.

Türkiye'de kitap zaten az satılır ve okunur. O nedenle yayıncılar bu alandan özellikle uzak dururlar. Yine de tek tük örneklere rastlanır. Gamow'un "Güneş Denen Yıldız"ını da basan, ‘YAZKO Bilim Dizisi’ sanırım yalnızca iki kitapta kaldı. (Diğer kitap da, Crick'in "İkili Sarmal"ıydı.) Evrim Yayınevi bu alanda kitap basmaya kararlı olduğunu vurguluyor. Gelelim Gamow'un kitabına:

Kitabın uzun zaman önce Türkçe’de bir basımı daha yapılmıştı. (Ne yazık ki yayınevini anımsamıyorum.) Temel bilimler alanında hoş bir gezinti yapıyor. Yukarıda adı geçen uzman-amatör okur çelişkisini çözüveriyor. Matematikten biyolojiye, fizikten kozmolojiye, bilim dünyasının temel konularını ve sorunsallarını bir bir ele alıyor. Metin kolay okunur bir dille ve esprili bir anlayışla yazılmış; yanısıra resimlerle kolay kavranır kılımış. Kitaptaki resimler de yazara ait.

Kitabın içindekiler bölümünü izlersek; sayılar, uzay ve zaman, mikroevren, makroevren başlıklarıyla karşılaşıyoruz. Birinci bölüm matematiğe hoş bir giriş yapıyor. İkinci bölüm, Einstein'in Görelilik Kuramı'nı tasarladığı ve 20. Yüzyıl’da okurun en zor anladığı söylenen yeni evren modelini açıklıyor. Üçüncü bölüm, atom ve altı ölçeğe inerken; fizik, kimya ve biyolojiyi birarada ele alıyor. Dördüncü bölüm ters yönde bir vektör izleyerek Evren'e doğru açılım yapıyor.

Sonuçta, Gamow'un kitabı her yaştaki ve eğitim düzeyindeki okurun anlayabileceği bir kapsama sahip. Orta eğitim kurumlarındaki bütün kütüphanelerde bulunması gerekir kanısındayım.

(Aralık 1997)


RASTLANTI ve ZORUNLULUK


Jacques Monod, Dost Kitabevi, Ekim 1997, Ankara, Felsefe. 170 sayfa.

Biyoloji felsefesi, üzerinde az eser verilen bir alan Monod'nun kitabı, bu alanın başyapıtlarından biri. 'Canlılık', Aristo'dan beri açıklanmaya çalışılan bir nitelik. Canlılar, cansızlardan evrildiği, aradaki süreç milyarlarca yıl sürdüğü ve paleontoloji yeterli fosil derleyemediği için, 2.500 yıl sonra bile önevrim tam bilgileştirilememiş bir alan. Charles Darwin, evrim kuramının babası olarak, kimi yanlış ve eksik anlaşılsa da, determinist bir model kurmuş. Cinsel seçiliminden en güzlünün sağ kalmasına dek, evrimi belirli bir zorunluluğa dayalı bir süreç olarak anlamış ve anlatmış. Zamanında moleküler biyoloji henüz varolmadığı için, ölçeği ve ölçütü görünen büyüklük olmuş. Hele genetiğin son on yıldı geçirdiği aşamalar hesaba katılırsa, evrimdeki modellenmelerin 21. Yüzyıl'da yeni baştan kurulacağını kestirmek için kahin olmaya gerek olmadığı söylenebilir. Monod kitabı 1971 yılında yayınlatmış. O dönemdeki bilgiler de eksikti. Hem bu durum, hem de biyolojiye teolojiyi sokma yanlışlığı kitabı boşta bırakıyor. Canlılar yaratılmadı ve belirli bir sonul amaca yönelik olarak var değiller. Raslantı ve rasgelelik ayrı şeyler. Raslantı büyük sayılar yasasına (eğer yeterince adım varsa) uyar. Rasgelelik bir form oluşturmaz, bulutsu bir dağınıklıkta kalır. Einstein'ın 'tanrı Evren'le zar atmaz' diyerek yanıldığı gibi, Monod da biyolojide yanılıyor. Evrimde belirlilikler de var, belirsizlikler de... Mikroorganizmalar, bitkiler, balıklar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler gayet determinist kategoriler. Kuşkusuz aradeğerler (Ornitorenk gibi) de var ama bu zaten 1976'da geliştirilen muğlak mantık modellemesiyle tasarlanabiliyor. Monod, Darwin'in katı/mekanik determinizmine alternatif ararken bilgidışı yollara sapıyor; hatta agnostikleşiyor. Yanılgısı totolojisinde. Aristo Mantığı'nı, kullanarak değillemeye çabalıyor. Canlılık bir başkalaşımdır. Henüz negatif entropiyi canlılığa tam uygulayamıyoruz ama bu bir gün (isterse yıl 2500'de olsun) uygulamıyacağımız anlamına gelmez. Bu nedenle Monod, biyolojiyi felsefeleştirirken onu fizik yerine metafizik bir bilgi kılıyor. Kitabın bunu hedefleyip hedeflemediği pek belirgin değil. Yine de okunması gereken bir kitap. Argümanın nerelerde seyrettiğini gösteriyor.

(Şubat 1998)


Bilim Adamının Kendiliğinden Felsefesi

Louis Althusser, Verso Yayınları, 1986, 150 sayfa. Felsefe.

Bilimcinin kendiliğinden felsefesi nedir? Charles Darwin, 'en güçlünün sağ kalması' dediğinde, faşizme kapı aralamış oluyordu ve ondan yüzyıl sonra bile bu kapı hala aralık. Sigmund Freud, 'id-ego-süperego' dediğinde, ataerkil otoriteyi yüceltiyordu ve entellekti aşağılıyordu ve ondan altmış yıl sonra bile hala bilisel / bilişkel etkinlikler, 'kişilik'e dahil edilmemiş durumda. Albert Einstein, 'tanrı Evren ile zar atmaz' dediğinde, Evren'i 4'ten 11 boyuta yükseltgemeyi, bu konuda ona yazan Kaluza'yı önleyerek, bu konudaki paradigma değişimini 250 yıl sonraya, İkinci Sanayileşme' ertesine bırakıyordu. Max Planck, 'parça bütünden büyük olamaz' dediğinde, kendi kurduğu kuantum kuramının öngördüğü, birbirinden limit sonsuz uzaklıktaki noktaların birbirine değidiği Evren modelini yine aynı kritik eşik ötesine erteledi. Werner Heisenberg, 'belirsizlik ilkesi'ni öyle bir formüle etti ki 'bilimsel agnostizm' post-modernist bilgisel vakumla çakıştı, Otto Hahn, atom bombasını yüz kişi tasarladığı halde, gereken kritik miktarı hesaplayarak, az kaldı intihar ediyordu. Stephen Hawking, Papa ona 'Big Bang Kuramı'nı korumasını, teoloji ve teleoloji içerdiği için önerdiğinde, sesini çıkarmayarak, engizisyona boyun eğmiş oldu. Louis Althusser'in bu kitabı ona karşı yazdı. Jacques Monod, canlılığın felsefesini yapacağım derken, metafizik göz çıkardığı için 'canlılık-negatif entropi' fenomenolojik örtüşmeleri de yine kritik eşik sonrasına kaldı. Althusser de yanıldı: 'Bilim adamı' dedi, 'bilimci' değil. 'Kendiliğinden' dedi, 'gönüllü zorunlu' değil. 'Felsefe' dedi, 'siyasal bilinç zorunluluğu' değil. Einstein, atom bombasını ABD başkanına yaptırttı. Heisenberg ve Planck, Nazi Almanya'sında kaldılar ve atom bombasını Hitler yap(a)madı.

Monod da, Althusser de, Fransız Komünist Partisi üyesiydi. Anlaşmazlık doğdu. Monod partiden ayrıldı. Merak ediyorum; bilimciler kendiliğinden mi komünist oluyorlar (Althusser'e göre)?

(Şubat 1998)


EPİK TİYATRO

Bertolt Brecht, Çeviren: Kamuran Şipal.
Cem Yayınları. Kasım 1997. 244 sayfa.

20. Yüzyıl'da Avrupa tiyatrosu, 4 öteleme vektörü kaydetti: Kıyım Tiyatrosu'yla Antonin Artaud, 'Saçma Tiyatro' ile Samuel Bekett, 'Fakir Tuyatro' ile Jerzy Grotowski ve 'Epik Tiyatro' ile Bertolt Brecht.

Her sanatçının, 'varlık nedeni' saydığı, bir 'kaygı kavramı vardır. Bercht'inkisi 'yabancılaşma'dır. Aristo'nun, 'mimesis'e (‘taklit’e) dayalı, 'katartik' (özdeşleştirerek arındırıcı) tiyatro kavramına karşı-t olarak, seyircinin tiyatroda bir 'oyun' seyrettiğniin her an bilincinde ol(durul)ması gerektiğini savunur.

Kitap 50'ye yakın makaleden oluşuyor. Yabancılaştırma etkisi ve diğer tiyatro anlayışlarına karşı-t-lık kitabın temelini oluşturuyor. Kim, yabancılaştırma her derde deva bir yöntemmiş abartısına varılıyor. Bugün Brecht Tiyatrosu, Brecht'in mirasçısı kızı tarafından formüllere indirgenmiş durumda neredeyse. (O yüzden Alman tiyatroları belki de Brecht'i boykot edecekler.) 20. Yüzyıl'daki tüm kültürel / sanatsal / tiyatrosal açmazlara Brecht'in tek başına çözüm bulmasını beklemek safdilce olurdu. Bırakalım birini, dördü birden bile 20. Yüzyıl'ın sonunda tükenmiş durumdalar, çünkü Avrupa tükenmiş durumda.

Tabii ki Brecht'in hakkı Brecht'in: Yabancılaştırma, olumsuzlamayı olumsuzladığı için olumludur.  Kavrayana dek anlaşılmazlıklar birikir. Bilginin praksisi (kuram-eylem birliği) gerekir. (Sayfa 180-181) Karşıtlıkların birliği: Burjuva toplumunun yabancılaştırıcılığına karşı, tiyatroda yabancılaştırma.

Brecht'in söyle(ye)mediği: Faşizme karşı faşizm.

Yüzüncü doğum yılın kutlu olsun Bert.

(Şubat 1998)



SAVAŞ ve İNSAN


Türkiye'ye silah transferleri ve savaş yasaları ihlalleri
Yayına hazırlayan: James Ron, İnsan Hakları İzleme Komitesi Silah Projesi, Çeviren: Ertuğrul Kürkçü, Mayıs 1996, 200 sayfa.

Kitap, uluslararası ve hükümetlerüstü sivil bir örgüt tarafından hazırlanmış. Türkiye'de basın olsun, araştırmacılar olsun; TC tarafgirleri olsun, PKK tarafgirleri olsun, nesnellikten uzak kalmakta. Gerçi davulun sesi uzaktan hoş geleceği için, başkasının savaşı hakkında serinkanlı olmak kolaydır. Ancak; İngiltere-İRA çatışmaları konusundaki çalışmalar, özellikle 'Onlarda Ana: Bazı Anaların Oğulları' gibi, artık soğukkanlı irdelemeler getiriyor. O filmin sonundaki 'açlık grevinden kurtarma', bizde olsa PKK 'davadan döneni vurun' tepkisini gösterirdi. Keza; açlık grevine gidenlerin 20 yaş civarında olması ortak örneği gözden kaçmamalı. Bütün dünya yaşlıları, savaşta gençleri 'kurbanlık koyun' sayarlar. Sorun; kimin öldüğünde değil, 'insan mezbahaları'nın son bulmasında. Kitapta, PKK'nin de insan hakları ihlallerinde bulunduğunun belirtilmesi, 'tarafsızlık' ilkesine bağlı kalındığına ilişkin iyi bir örnek. TC'nin tüm tarafları ve bertarafları, bu konuda söz hakkı sahibi.

1949 tarihli 4 Cenevre Sözleşmesi, savaştaki askerlere soruşturmaya uğramaksızın yaralama ya da öldürme hakkı verirmiş... (Sayfa: 192-193) Bu aslında bir zorunluluktur. Dünyanın tüm ülkelerinde asker kaçakları savaş sırasında ölümle cezalandırılırlar. Eğer bunun adı uluslar arası hukuk olacaksa, 'terör devlete karşı nefs-i müdafaa hakkı' olur (Stammheim filmi).

Uluslar arası hukuk, Türkiye'ye 'iç savaş'ta PKK'ye terörist örgüt olarak muamele edip, kendini halkın meşru temsilcisi saymasına izin verir. (Sayfa: 189) Almanya'nın ve ABD'nin, PKK'yi işlerine geldiğinde terörist, gişlerine gelmediğinde bir halkın temsilcisi saymaları, 'tavşana kaç, tazıya tut' tavrıdır. Önünde sonunda her iki taraf da aynı silahları kullanmaktadır ve bu silahları da onlar satmaktadır. 1997-2017 yılları arasında TC 150 milyar dolarlık bir silah alımı peşindedir. Herhalde bunlar depolarda saklanmayacak...

Kitap konuya, Barzani'nin KDP'sini ve Talabin'nin YNK'sini katmıyor. Keza; her üç tarafın 'Birakuji'sini de, Alman ve İsrailli uzmanların savaşmasını ve sürekli taraf değiştirmelerini de hesaba katmıyor. Cadı kazanı cehennem sıcıklığında kayn(atıl)ıyor. Körfez Savaşı ertesinde, 36. Paralelin kuzeyinin Irak uçuşlarına kapatılması ve TC'nin Kuzey Irak operasyonları herşeyi daha karmaşıklaştırıyor. 1998 başlangıcında, ABD başkanı Clinton'un 'uçkurgate'ini temizlemek için, taze Saddam kanı peşine düşmesi yeni belalar getirecek. (Şubat 1998)

YAZMAK

Marguerite Duras. Çeviren: Aykut Derman.
Roman. Can Yayınları. 1997. İstanbul. 106 sayfa.

Marguerite Duras'yı bir yazar olarak, kendim bir okur olarak her zaman antipatik buldum. Neyi, niçin, nasıl yazdığını bilmiyordu. Onun gibi mahrumiyet taşralarında, yani Üçüncü Dünya’da doğup büyümüş, batılı kadınlar içinde yeri sakil kalıyordu. Doris Lessing, Karen Bilixen, daha ağır başlıydılar. Yıllar önce bir belgesel seyretmiştim. Nil üzerindeki bir teknede, karakafalar arasındaki tek sarıkafa genç kıza sorulmuştu; "Burada ne arıyorsun?" Yanıt; "Kendimi" idi. Hepsi birşeyler arıyordu ama aramayı bilmiyorlardı. Bulmaya da çabalamıyorlardı. Kültürlerinin çöpü içinde eşeleniyorlardı. Profesyonel okur, en beceriksiz, acemi, sakar bir yazardan bile birşeyler öğrenir. Sonunda M. D.'yi kıstırdım. Son kitabının bir bölümünün yalnızca birkaç paragrafı. Kitap okumaktan nefret eden küçük erkek kardeşim bana sormuştu bir zamanlar; "Tamamı okunabilecek bir kitap yok mudur?" Ben gülmüştüm: "Öylesini bulsam, ben okurum" demiştim. O nedenle, bu kadarcık okunabilirlik yetti. M. D., yazmanın önemini kavramış. Yazmayınca bir hiç olduğunu; o yaşanan tenselliklerin ve/ya tinselliklerin hiçbir iz bırakmadan silinip gittiğini ayırsamış. Bir de yazmak için yalnızlığın 'olmazsa olmaz' koşul olduğunu. Eh, bir kadının yalnızlığı yeğlemesi bile, tek başına yeterince hoş bir durum. (Tabii 'sevgili'ler hep varmış.)

Kitabın geri kalan parçaları, tipik M.D. ‘hezeyan’ı (aslında 'sensationalism'i ama artık bu sözcük özgün anlamını yitirdi). Okur, belki o bölümleri daha çok sevebilir ama 'yazmak' üzerine bir şeyler okunabilecek bir kitap 'Yazmak'.

(Aralık 1997)

SONSÖZ

Bir yıl sonu daha ve bir kitap sonu daha… Henüz bütün olarak tek bir kitap bastıramamışken, yirminci kitabımın sonsözünü yazıyorum. Yazınsal eleştiri kitaplarının on cildi geçmesi şimdiden kesinleşti bile…

(Aralık 1999)